Sertaç Timur Demir: Her büyük tekno-devrim beraberinde felaketler getirdi

Sertaç Timur Demir.
Sertaç Timur Demir.

Geçtiğimiz ay Ketebe Yayınevi’nden Ve Gelecek Geldi ismiyle yeni kitabı çıkan Sertaç Timur Demir ile yapay zekânın, büyük veri’nin ve tekno-teşebbüsün kentli modern insana ve kültüre etkilerini konuştuk.

Türklerin teknolojiye dair ilgilileri üzerine, geçmişle günümüz arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün mü? Bu denli bir gelişim söz konusu değildi; ama insanların 20-30 yıl önce hız’dan, fütürizmden, aygıtlaşmaktan veya tekno-ilerlemecilikten beklentileri, öncelikleri ve hatta amaçları nelerdi bugünden farklı olarak?

Teknolojiler geleceği her zaman böyle inşa ederler: önce zihinlerde üretilirler, sınanırlar, revize edilirler, geliştirilirler ve derin bir aşinalığa dönüşerek tüketilir ve topluma sinerler.
Teknolojiler geleceği her zaman böyle inşa ederler: önce zihinlerde üretilirler, sınanırlar, revize edilirler, geliştirilirler ve derin bir aşinalığa dönüşerek tüketilir ve topluma sinerler.

Araçlar, aygıtlar geliştikçe bizler de değişiyoruz. Kesin bir gelişimi ifade etmiyor bu değişim. Dahası araçlar gittikçe merkezileşiyor; bir tür “amaç” hâlini alıyor. Birbirimizle sohbetlerimiz, duygularımızı ifade biçimimiz, toplumsal katılımımız bu araçların etrafında şekilleniyor. Hatta bugün araçların -hassaten ekranların- içinde yaşadığımızı söyleyebiliriz. 30 yıl öncesinden bunları öngörebilir miydik? Hız çağının bize zaman kazandıracağını umuyorduk mesela. Aygıtların sadece kolaylık ve konfor sunmasını istiyorduk. İletişim uygulamalarının uzakları yaklaştıracağını, sınırları kaldıracağını bekliyorduk. Teknolojilerin doğanın kudreti karşısında bizi özne kılacağını hesaplıyorduk. Gelin görün ki bunlar olmadı. Her büyük tekno-devrim, beraberinde felaketler getirdi. “Ve gelecek geldi” diyorum buna. Hız, zamanın bereketini aşındırdı mesela. Konfor talebi insanı tembelleştirdi. İletişim için üretilen araçlar ilişkileri tatsız bir yüzeyselliğe sürükledi. Sınırlar değil; mahremiyet kayboldu. Hürriyet teşhire; varlık gösterişe indirgendi. Teknolojiler, piyasaya çıkarken pazarladıkları vaatlerden saptılar ve evvelki beklentilerimiz ters köşe yaptılar. Yanıldık ama yine de bu yeni duruma da bir şekilde adapte olduk. Elbette bu keskin yol ayrımını, öncesini yaşamış olanlar fark edebiliyor yalnızca. Ve onlar karşılaştırma yapabiliyorlar. Bana göre toprağın kokusunu almış, vücudunda çocukluğundan yara izi kalmış, incinmiş, bir şey olmak için yorulmuş, biraz da yaşamın içinde yoğrulmuş olanlar bu kıyası yapabiliyor. O yüzden “vahameti idrak noktasında son nesil olabiliriz”, diyorum.

2019 yılında küresel çapta bir salgın geçirdik. Covid’in etkilerini hâlâ yaşıyoruz. Peki, pandemi sonrası yazılım kullanma eylemlerimizin/deneyimlerimizin seyri nasıl oldu? Salgınının dijital, sosyal ve kültürel sonuçları sizi şaşırttı mı?

Ben pandeminin herhangi bir şeyi değiştirmediğini, bunun yerine zaten yaşanmakta olan olumsuz değişimi hızlandırdığını ve belirginleştirdiğini düşünüyorum. Pandemi bizim karanlık dünyamıza ayna tuttu yalnızca. Yani biz pandemiden önce de ellerimizde telefon kendi odalarımıza çekilmiştik. Öncesinde de birbirimize olan güven duygumuz zayıflamıştı. Bilgeliği istatistiki verilerle ifade eder olmuştuk. Ölüm bile sadece bir sayı meselesiydi. Pandemi ne söyledi bize lisan-ı hâl ile: “Madem görmek istemiyorsunuz sevdiklerinizi, öyleyse istediğiniz gibi olsun”. Virüs birbirimize olan itimatsızlığımızı temsil etti. Önceden de gidilmeyen camiler, kendisini kapattı gönülsüz cemaatine. Zaten mesafeler örülen dostlar, ölümün taşıyıcısı olan zombilermiş gibi etiketlendi. Önceden hürmet defterinden çıkarılan yaşlılar, pandemide en sakıncalılar listesine eklendi. Onların ölümleri bile tablo hâlinde birkaç saniyeliğine yad edildi akşam haber bültenlerinde. Cenazeleri sakınma ve korku duygusuyla kaldırıldı. Öncesinden alternatifi olduğunu bildiğimiz ama sırt döndüğümüz tabiatın pandemide bize tümden yasaklanışıyla beraber ekranlar artık baktığımız yer olmaktan çıktı; içine düştüğümüz çukurlar hâlini aldı. Ve maalesef bugün hâlâ oradayız. Pandemiyi sanki hiç yaşanmamış gibi hafızamızın geri dönüşüm kutusuna attık. Oysa “Hiçbir şey yeniden normale dönmek kadar kötü değildir”, demişti bir düşünür.

Çağımızın sorunu her şeyde çoklaşmadır. Yapay zekâ ise, bir açmaz olarak bu çoklaşma trendinin kaçınılmaz membaıdır.
Çağımızın sorunu her şeyde çoklaşmadır. Yapay zekâ ise, bir açmaz olarak bu çoklaşma trendinin kaçınılmaz membaıdır.

Hayatımıza giren her yeni teknolojik kavram, kendi ideolojisini de beraberinde getiriyor. Bu ideoloji Batı kültür unsurları oluyor genelde. Peki, yapay zekâdan büyük veriye kadar… Teknolojinin gücü dünyayı, Batı’ya daha mı fazla mecbur bırakacak, yoksa başka ihtimaller de (Asya kaynaklı örneğin) söz konusu olabilir mi?

Teknolojinin egemen olduğu bir dünyanın maalesef Doğusu-Batısı kalmadı kanaatimce. Hiçbir yerde hiçbir kültür “kendisi” olabilecek bir mirası gelecek nesillerine transfer edemiyor. Belki sadece savaşlarda sürgünlerde zulüm gören halkları ayrı tutabiliriz bundan. Teknolojinin cazibeli gölgesinde “kültür” denen şey artık deneyime dayanmayan bir söylemi ve belirsiz uçuk bir nostaljiyi andırıyor. Burada her yeri aynılaştıran mekanizma işliyor. Örneğin akıllı cihazlar ve sosyal medyada gün geçiren bir Nijeryalı mesela bir Norveçliyle benzeşiyor. Bir Türk bir Kanadalıyla, bir Japon bir Meksikalıyla… Herkes bir diğerinin aynasına düşüyor, ona öykünüyor veya haset ediyor, onun elbisesine bürünüyor, onunla hemhal oluyor. Alternatif, elbette var. Ama bunun için bedel ödemeye ne kadar hazırız? Hele bir de karşısında mücadele etmemiz gereken şey bizatihi kendi arzularımız ve alışkanlıklarımızsa!

Yapay zekâyı var ederken insan bir yandan da kendi bilincini mi keşfediyor?

İletişim için üretilen araçlar ilişkileri yüzeyselliğe sürükledi. Sınırlar değil; mahremiyet kayboldu.
İletişim için üretilen araçlar ilişkileri yüzeyselliğe sürükledi. Sınırlar değil; mahremiyet kayboldu.

Bizler, yani teknolojikleşmiş kentli modernler, sahip olduğumuz imkân ve potansiyelleri bir şeylerden beslenerek ve biriktirerek değil, elimizdekileri her geçen gün kaybederek anlıyoruz. Yani gerçekten anlıyor muyuz? İşte burada zekâ değil; bilinç devreye giriyor. Çünkü bilinç müspet manada hesaplaşmacıdır. Çoğu kez zekâyla da karşı karşıya gelir. Bilincin kalbe dokunan bir tarafı vardır. Zekâ ise hayatta kalmayı veya yaşamda galip gelmeyi sağlayacak stratejik kısayollardan mesuldür. Keskin bir zekâ başarı getirse de güzelliğe ve iyiliğe çoğu zaman kördür. Varlığımıza dair “muammalar” karşısında da ya tek yönlüdür ya da sessizdir zekâ. Bu nedenle “muamma” dediğiniz şeyin izi kalple sürülür. Zekânın yolu çoktur ama kalbin yolu tektir. Zekâ tek olan ve tekliğe mütemayil ve müştak olan kalbe bağlanmalıdır. Zira çağımızın sorunu her şeyde çoklaşmadır: inançta, bağlanmada, muhabbette, zevkte ve bilgide çoklaşma. İşte yapay zekâ, bir açmaz olarak bugün bu çoklaşma trendinin kaçınılmaz membaıdır.

NFT ya da Metaverse bir dönem herkesin gündemindeydi. Metaverse üzerinden şehirler satın alındı, ünlüler NFT satışları yaptı vs. Ama bugün bu uygulamaların adlarını çok fazla duymuyoruz. Ne oldu da bu tür “işler” bir anda hayatımızdan -görünür anlamda- çekildi? İşin uzmanları dışında, sivil halkın arasında reytingi neden bu kadar az sürdü?

Ortaya atılmış her radikal fikrin veya buluşun toplum üzerindeki etkisini görmek sandığımızdan daha fazla zaman alabilir. Dahası her etki, bizim görmeyi umduğumuz şekilde tezahür etmeyebilir. Ben sizin bahsettiğiniz örnekleri sadece birer başarısız girişim olarak değerlendirmiyorum. Aksine bunlar az sonra gerçekleşecek olan değişimlerin zihinsel provasıdır. Teknolojiler geleceği her zaman böyle inşa ederler: önce zihinlerde üretilirler, sınanırlar, revize edilirler, geliştirilirler ve derin bir aşinalığa dönüşerek tüketilir ve topluma sinerler. İkincisi her tekno-teşebbüs, önceki deneyimlerle temellenir. Burada esas olan teknolojinin yetkin olup olmadığı değil; insanda karşılık bulup bulmadığıdır. Buna göre teknoloji-tüketicisi olarak insanlar, devamlı değişime -patolojik düzeyde- alıştırılmıştır. Algoritmaların, arayüzlerin, sürümlerin veya isimlerin değiştirilmesi bu yüzdendir. Yani bu uygulamalar bağlamında hayatımızdan eksilen -sizin de işaret ettiğiniz gibi- onların sadece “görünür anlamda” çekilmeleri, yani görünümleridir. Muhtevaları ve dünya görüşleri ise her gün başka bir surete bürünerek yol almayı sürdürür.

Ekranlar artık baktığımız yer olmaktan çıktı; içine düştüğümüz çukurlar hâlini aldı.Ekranlar artık baktığımız yer olmaktan çıktı; içine düştüğümüz çukurlar hâlini aldı.
Ekranlar artık baktığımız yer olmaktan çıktı; içine düştüğümüz çukurlar hâlini aldı.Ekranlar artık baktığımız yer olmaktan çıktı; içine düştüğümüz çukurlar hâlini aldı.

İki kısa soru sormak istiyorum: Birincisi, yapay zekâ ile yeni İbn Sina’lar yetişecek mi?

Bundan emin değilim. Yapay zekâ bize ne vaat edebilir data’dan başka? Ya da sınırsız veriye hızla erişmek, bize iyi ve faydalı insanlar olmanın yollarını sunmaya yeter mi? Kanımca hayır. Çünkü yapay zekâ -ismiyle müsemma- hem yapaydır hem de zekâdan müteşekkildir. Ne var ki bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu şey bu vasıfların belki de tam tersidir: Yapaylık yerine doğallık ve veri yerine hikmet. Bunlar olmadığında İbn Sina’dan veya diğer ilim erbabından çok daha “zeki” nesiller yetişse bile; bunlar ve bunların sahip oldukları veri yığınları -samimi bir niyete ve merhamete dayanmadığı sürece- isabetli bir yere varmayacaktır. Bizim yapaylıklar çağımız ise zekânın ve onun tek muhatabı olan “data”nın insan ayağına dolandığı bir çağdır. Bu yüzden özelde yapay zekâ -ve bir bütün olarak veri teknolojilerinin kendisi- insana müdahale ve insanla mücadele alanıdır bugün. Ve burada üretilen veriler hikmete giden yolun öncülü değil; olsa olsa tuzağıdır. Yani sınırsızca üretilen verinin kendisi artık sahih ve lüzumlu bilginin ötekisi ve yok edicisidir. Hikmete ermek için veri erişimine kendimizi kapatmamız gerekir, diye düşünüyorum bu sebeple.

Diğer sorum: Yapay zekâ hayal kuracak mı?

Ketebe Yayınevi, 2022, Ketebe Yayınevi, 2024.
Ketebe Yayınevi, 2022, Ketebe Yayınevi, 2024.

Yapay zekânın ontolojisi buna olanak tanımaz. Yapay olan, yani bir ürün olarak imal edilmiş olan hiçbir şey, gücünü tümüyle özgünlükten ve tabiilikten alan tefekkürün ve tahayyülün kapısından içeri giremez. Yapay zekâ, hayal etmeyi en fazla taklit edebilir. Hayal edenlerin mazisinden kendisine sentetik bir derleme yaparak hayalci rolü oynayabilir. Ama “yeni” bir şey söyleyemez, daha önce hiç söylenmemiş bir tümceyi veya düşünülmemiş bir ülkeyi, bir zamanı, bir şiiri veya bir fikri kendinden menkul biçimde kurgulayamaz, hayal edemez. Yapay zekânın doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir ikbali de yoktur. O, hayalin yerine veriyi ikame eder. Dolayısıyla tam bu noktada çok daha kritik bir soru gündeme getirilebilir: Esas kendisini yapay zekânın kollarına bırakmış olan insanlar gelecekte hayal kurabilecek midir?