Sakarya'da kuş olmak yada...

Sakarya.
Sakarya.

Bir arkadaşımla Sakarya’nın çarşı, pazar, sokak, cadde ve parklarını dolaşırken, aklımızda sadece alabileceğimiz birkaç hediyelik eşya bulmak vardı. İşte şurada olabilir diyerek yürüdüğümüz her dükkân hayal kırıklığına uğratıyordu bizi. Yani buradan Kahramanmaraş’a götürebileceğim, sembolik bir eşya, ne bileyim bir tepsi, kaşık, sandık, oyuncak, yelek, ayakkabı… işte neyse Sakarya’nın yöresel el sanatlarına özgü eşyalar, onlar yok muydu diye arkadaşla sızlanmaya benzer sohbet ederken, eski Sakarya diye bir mekâna yolumuzun düşmemesine de şaşırıyorduk.

Akşam olup Sapanca sahiline gittiğimizde göl ile yemyeşil dağların uyumu, ihtişamı, çekiciliği çarşıda şaşıra şaşıra, biraz da eleştire eleştire yorulduğumuz anları unutturmuştu. Kah üşüyorduk Sapanca Gölü kenarında kah coşuyorduk. Bir yanda dalgaların korkutmayan sesi, diğer yanda gölün ışıklandırılmasıyla aldığı şekiller, burada ayrı bir atmosferin, yaşanmışlığın, tadın ve nağmenin olduğunu hissettiriyordu.

En doğru kelime nağme sanırım. Sapanca Gölü’nün kenarında ayrı bir nağmenin içinde buluyordunuz kendinizi. Bazen bir bankta otururken gölün nağmesine kulak veriyordunuz, bazense adımlarınızın temposuna karışan ya da onu da kendine uyduran, gölle insanların oluşturduğu ahenge kapılıyordunuz. Her halükârda Sapanca denilince, bitmek bilmeyen, her mevsim farklı makama geçen, sanki bir kanun taksimini dinler gibiydiniz. “Burası güzel değil mi ya!” dediğimi hatırlıyorum arkadaşıma. Ertesi gün Taraklı’ya adım attığımızda, sanki masallar diyarına geldiğimizi sanmıştık. Ağaçlarla evlerin iç içeliği ve birbirini itmeyişi büyüleyiciydi. Ahşabın bu şekilde bir insana yuva olması, akla hemen kuş yuvalarını hatırlatıyor. Hele Taraklı’da insanı yormayan ve ama yüksek olan tepelere doğru tırmanmaya başladığınızda o yamaçlara, yokuş kenarlarına, köşelere kondurulan Osmanlı evlerinin bir kartal, güvercin veya serçe yuvalarından farksız olduğunu görüyordunuz. Manzara da aynı şekilde etkileyici. Herhangi bir evin kafesinden çevreye bakın. Yine yemyeşil dağlar, sıralanıp giden ağaçlar, dağların zirveleri…

Dolayısıyla şu rahatlıkla söylenebilirTaraklı’da insan kendini bir kuş kadar özgür hissediyor. Bir sokağın bir köşesine varırsınız, orada yuvasından çıkmış ve uçurumu izleyen güvercine dönüşürsünüz. Diğer bir köşesine ulaştığınızda, orada kanatlanmaya niyetlendiğiniz ve süzüleceğiniz hedefi belirleyen kartala dönüşürsünüz. Diğer bir köşesindeyse, içeceği suyu gözüne kestirmiş, bir serçe kıpırdanışı olursunuz.

Yalnızsanız ve bunun bir anlamının olduğunu düşünüyorsanız, bu kadar güzelliğin canınızı acıtan taraflarıyla da karşılaşmanız ihtimal.

Bitmek bilmeyen bir sohbete dalmak istiyordum Taraklı’da, olmuyordu. Sapanca’da çok mu konuştum diye düşünmeye başladığımda, yeni bir sohbetin kapısı aralanıyordu. Sakarya merkezde ise bir de bunu deneyelim tedirginliği ve telaşı.

Sonra dediler ki kabağı ünlüdür Sakarya’nın. Kabak tatlısı, lokumu, döneri, resitali derken bir çanta dolusu unutulmaz tatlardan devşirmiştik. Boş bulunup, “Yok mu buranın eski çarşısı, sokakları, konakları” diye soruyorum o an satıcı gence. Genç diyor ki “Ağabey, hepsi depremde yıkıldı.” Arkadaşım bana bakıyor, ben arkadaşıma. 99 Depremi ya, öyle değil mi, nasıl unuturuz veya hesaba katmayız? Yine yazıklanmayla Sakar ya’nın caddeler inde yürüyoruz arkadaşla. Ama bu sefer şehir merkezine değil kendimize.