Bahadır Yenişehirlioğlu: 'Abim idamla yargılanıyordu, babam felçliydi'

Çerkes kökenli, Rumeli göçmeni bir ailenin Manisa’da doğup büyüyen bir ferdi olan Bahadır Yenişehirlioğlu, sağlıklı halini hiç hatırlamadığı felçli babası ve onun bakımını üstlenen annesiyle olan hüzünlü çocukluk anılarını; hukuk okuduğu seksenli yıllarda tutuklanıp idamla yargılanan abisiyle olan ilişkisini, 28 yıl avukatlık yaptıktan sonra bir günde mesleğini bırakıp 48 yaşında ilk kitabını yazma serüvenini, bir espri üzerine başlayan ve hayatını değiştiren oyunculuk macerasını Doğduğum Ev için anlattı.

18 Ocak 1962 Manisa, Akhisar. Bahadır Yenişehirlioğlu nasıl bir evde doğdu?

Evet, 18 Ocak 1962 Akhisar doğumluyum. Manisa'ya bağlı küçük bir ilçe. Aşağı yukarı 150 bin nüfuslu. Ama enteresandır Türkiye'nin en çok zeytin ağacı dikili olan yeridir. Ben Akhisar'dan ayrıldığımda 17 milyon zeytin ağacı vardı. Bunu niye söylüyorum? Çünkü Akdeniz hissi vardır Akhisar'da. Zeytini çoktur, bağı çoktur. Tek katlı bir evde doğdum. Güzel bir evde. Arka bahçesi vardı. Ama nefret ettiğim bir çocukluğum vardı. Yani hiç mutlu geçmeyen bir çocukluktu. Çocukluğuma dair hatırladığım çok anı yok yani mutlu olarak hatırladığım anı yok. Hepsi problemli, hepsi sıkıntılı, hepsi kaotik. Çocukluğun verdiği o nahif duyguyu zaman zaman hatırlıyorum. Kendi çapımda yaptığım işlerle alakalı. Ama onun dışında ailemin şartları sebebiyle içinde bulunduğum atmosfer çok parlak değildi, çok cazip değildi. Gerçeği ifade etmek için söylüyorum. Bunu böyle ifade etmeyebilirim ama gerçekleri konuşmak her zaman önemli.

Bu kaotik dediğiniz günlerin içinde istisnalar olmaz mıydı, bayram günleri gibi… Kendinizi mutlu hissettiğiniz özel zamanlar?

Yoktu. Küçük küçük heykeller yapardım, elimin altında hangi materyale ulaşıyorsam. Belki o Birinci sigarası olurdu. Onları kırar, bir heykel ortaya koyardım. Ya da arka bahçede çamur karardım. Çamurdan küçük objeler yapardım, oradan kendime yeni bir dünya kurardım. Ailemin eğitimli olması, ekonomimizin düzgün olması bu problemleri izale etmiyordu. Bir erkek çocuğunun en büyük ihtiyacı erkek babadır, bir figürdür yani. Birçok şeyi ondan öğrenir, babasını örnek alır. Babasıyla kendini kıyaslar, mukayese eder. Ama benim böyle bir imkanım hiç olmadı çünkü babam evin içinde dede gibi yatan biriydi. Beyaz saçlı, beyaz sakallı, Ali Yenişehirlioğlu. Velhasıl her şeyi annemle çözmek zorunda kaldım. Yine Allah yüzüme gülmüş, nasipliyim bu konuda ki annem donanımlı bir hanımdı. Annemle babam teyze çocuklarıydı, aralarında ciddi yaş farkı vardı.

İz bırakan bir çocukluk anınız var mıdır hafızanızda?

Evimizde bir salonumuz vardı. Sağ tarafta 2 tane oda vardı. Arka tarafta annemin yatak odası vardı, sol tarafta da misafir odası vardı. Malumunuz eskiden misafir odaları pek kullanılmazdı, misafirden misafire açılırdı. Çocuklar oraya girmezlerdi. Orası daha derli topluydu. Zaman zaman annem içine düştüğü bunalımlardan dolayı beni misafir odasına alırdı. Daha doğrusu kendisi misafir odasına giderdi, kapıyı kapardı ama ağlama sesini duyardım. Bu beni çok huzursuz ederdi. Ben de kapıyı aralar anneme bakardım. Annem yanına çağırırdı; "Gel buraya, yanağımı senin gözüne değdireyim, gözüm çok ağrıyor ondan ağlıyorum. Senin yanağının sıcaklığı bana iyi geliyor" derdi. Ben de çocuk aklımla yanağımı annemin gözüne dayardım ama annemin gözünden akan yaşı yanağımda hissederdim. Bu çok rahatsız edici bir şey. Yani mutlu şeyler hatırlıyor musun dersen belki vardır mutlu şeyler mutlaka, olmaması imkansız ama öyle şeyler var ki, her şeyin üstünü örtüyor. Daha sonra anladım ki, göz ağrısı falan değildi bu. Annemin başka problemleri vardı. Çünkü annemle babamın arasında 25 yaş fark vardı, babam çocuk gibi olmuştu, annemin sorumluluğunda 3 tane erkek çocuk vardı, malımız mülkümüz vardı ve annemin onu idare etmesi lazımdı, açmazlarımız vardı. Velhasıl çocukluk çok parlak geçmedi.

Bahadır Yenişehirlioğlu / Oyuncu, Yazar
Bahadır Yenişehirlioğlu / Oyuncu, Yazar

Akhisar'da yaşıyorsun baban abini Sorbonne'a gönderiyor

Nasıl bir aileden geliyorsunuz, köklü bir geçmişiniz var değil mi?

Bana pek denk gelmedi. Ben ailenin en küçüğüyüm ama bana anlatılan şeyler gurur verici şeylerdi. Aile eğitimli ve donanımlıydı. Bunu, şu örnek çok güzel ifade ediyor: Bizim yaşadığımız bölgede insanlar çocuklarını ortaokula bile göndermiyorken, o zamanlar ilkokul, ortaokul, lise vardı, kademeliydi. Ortaokula gitmenin bile çok lüks kabul edildiği o günlerde büyük dedem babamı, o zamanlar Bursa Işıklar Lisesi çok meşhur bir yer, Bursa Işıklar Lisesi'ne oradan Tıbbiyeye göndermiş. Halamı Dame de Sion'a göndermiş yatılı olarak. Amcamı Saint-Joseph'e göndermiş. Aile, eğitimli bir aile. Biz Çerkes'iz. Kafkaslardan, Balkanlara göçmüşüz, o zamanki ismi Yeni Şehir, soyadımız oradan geliyor. Şimdiki ismi Larisa. Ama ileride büyük problemler olacağını düşünerek, fol yok yumurta yokken daha öngörüleri güçlü olduğundan mallarını mülklerini satıp Ege'ye göçmüşler. İzmir'e yerleşmişler, Manisa'ya. Araziler satın almışlar. Babamın zeytinyağı fabrikaları varmış.

İzmir'in Cumhuriyet tarihinde ilk Belediye Başkanı, ilk Valisi benim büyük büyük dedem. Hala İzmir'in Milli Kütüphanesi'nde, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde silsile fotoğraflar olur ya başkanların, sarıklı cübbeli Yenişehirlizade Ahmet Efendi'nin fotoğrafı var. Hatta Soner Yalçın kitabında Sabetayist aileleri anlatır İzmir'de. Dedemle başlar, der ki Yenişehirlizade Ahmet Efendi Sabetayist değildi, Sabetayistler yapacaklarını ondan geçiremediler velhasıl aralarında çatışma çıktı, onu indirdikten sonra ilk Sabetayist kökenli kişiyi belediye başkanı seçtirdiler, diye anlatır dedem hakkında. Babam da mesela büyük abimi Sorbonne'a göndermişti, felsefe profesörüdür büyük abim. Yani Akhisar'da yaşıyorsun fakat baban abini Sorbonne'a gönderiyor. Böyle garip bir aileydi. Amcam milletvekiliydi.

Hangi partiden milletvekili seçilmişti?

Adalet Partisi'nden. Rahmetli Celal Bayar ile dostlukları varmış. Aile hep siyasetin içinde oldu. Büyük büyük büyük dedem de matbaanın kurulmasına fetva vermiş. Şeyhülislammış ama matbaanın kurulmasına fetva vermiş. Çok entelektüel bir aileydi. Ama babamın hastalığı sıkıntılıydı. Abimlerin babamla ilgili hatıraları var ama benim yok. Sürekli yatalak bir adam, dede gibi bir adam hatırlıyorum. Amcamın hanımı bebeğini doğururken vefat etmiş, bir daha hiç evlenmemiş. Halam hiç evlenmemiş, beraber yaşıyorlardı. Velhasıl amcam bizimle ilgilenirdi. Milletvekiliydi, Ankara'daydı ama bölgeye geldiğinde, Akhisar'a geldiğinde bizim bir ihtiyacımız var mı diye sorardı. Annemle konuşmalarını hatırlıyorum. Parmağımda küçük bir yara çıkmıştı mesela, amcam elimden tutup doktor doktor gezdirmişti, ‘bu niye oluyor’ diye. Yaz oldu mu Ankara'ya gideriz, Anıtkabir'i ziyaret ettirir bize, meclise götürür, mecliste yemek yeriz. Pek çok insan meclisi yıllar sonra görmüştür ama biz çocukken mecliste yemek yerdik. Kavaklıdere'de amcamın, halamın beraber kaldığı konutta kalırdık, o bizim için tatildi. Çok önemliydi. Baba yoktu belki ama güvendiğim bir amca vardı ve amcam da güçlü bir karakterdi. Çocuk aklımla, babamın olmadığı yerde amcam yetişebilir kaygısı vardı.

O gün, o gece, o yağmur. Yağmurla Gelen Adam’ı hiç unutmuyorum, o büfeyi, büfenin üstündeki radyoyu. Ondan sonrası hep yağışlı geçti…

Fakat bir gün… Yağmurlu bir günde… Böyle evimizde büyük bir de radyo vardı. O zamanlar ‘Arkası Yarın’lar vardı tiyatro şeklinde. 'Yağmurla Gelen Adam' piyesi... Onu böyle parça parça dinlerdik ben de çok keyif alırdım. Bir kıştı sanırım yağmurlu bir gündü ve 'Yağmurla Gelen Adam'ı dinliyordum. Hatta büfenin üstünde dururdu o radyo ve ben de büfeye çıkmıştım, böyle can kulağıyla dinliyorum. Birden kapı çok hızlı çaldı. Annem açtı kapıyı. Annemin ilk şoku hepimizi çok korkuttu. Amcam Ankara'dan Manisa'ya geliyormuş, Akhisar'a geliyormuş, yolda trafik kazasında amcamı kaybetmişiz. Tam böyle işimize yarayacağı zamanda... Dayılarım yoktu, dedelerim yoktu, erkek yoktu yani çünkü. Amcam her şeydi. O noktada çok fazla teşrik-i mesaimiz olmasa da varlığı yetiyordu bana sanırım. Ama o gün, o gece, o yağmur. Yağmurla Gelen Adam’ı hiç unutmuyorum, o büfeyi, büfenin üstündeki radyoyu. Velhasıl ondan sonrası yağışlı geçti, karanlıktı yani. Amcam da gitmişti. Sonra birçok şeyi deneme yanılma yoluyla kendim halletmek zorunda kaldım.

BABAMIN SAĞLAM HALİNİ HATIRLAMIYORUM

Babanızın rahatsızlığının başlangıcı sizin çocukluğunuza mı denk geliyor?

Evet, sağlam halini hiç hatırlamıyorum. Felç olmuş babam. Kömür madenleri, kömür ocakları varmış. Bir sürü ciplerimiz vardı. Hayal meyal o ciplerle madene gittiğimizi, orada piknik yaptığımızı hatırlıyorum. Ama daha sonra beyin kanamasından dolayı felç geçirmiş. Ben bunu 'Beyaz Usta Siyah Çırak' romanımda işledim, benim ilk romanımdır. Bazı şeyleri sansürlemişim. O kitap kısa bir kitaptı yani yaprak sayısı açısından. İlk romanım olduğu için bazı konularda kendimle yüzleşemedim mi, kendime söyleyemedim mi yani garip bir şekilde sansür uygulamışım kitaba. Diğer kitaplarım, diğer romanlarım çıktıktan sonra dedim ki, ben yüzümü karartacak bir şey yapmadım bu benim başıma gelen bir hadiseydi. Dolayısıyla içimde taşıdığım şeyi niye sansürleyeyim ki? Ben o kitabı yeniden yazdım. Dolayısıyla 'Beyaz Usta Siyah Çırak' çok daha evsaflı çıktı, sakladığım ne varsa döktüm. Zaten insanların ilk yazdıkları kitapları büyük bir çoğunlukla kendi hayat öyküsüdür, onu yazmak daha kolaydır. Ben de yazdım ve yazdığımı bitirdiğim gün sanıyorum iyileştim.

1979 yılında Akhisar Lisesi'ni bitirene kadar Akhisar'dan kalıcı olarak hiç çıkmadığınız doğru mu?

Doğru, Akhisar'da yaşadık, annemle serüvenimiz vardı çocukluktan itibaren. Annem okuyan bir hanımdı. O yüzden kadınların gücüne her zaman çok inandım. Kadın mefhumuna çok inandım. Beni annem büyüttüğü için değil bu. Sonradan kavradığım bir hadise. Çünkü eğer kadın donanımlı, eğitimli ya da dayanıklı olursa, özverili olursa... Kadın malumunuz toplumu doğuruyor neticede. Her ne kadar babalar olsa da çocuklarla esas ilgilenen hanımefendiler oluyor, kadınlar oluyor. Her şeyimi de anneme borçluyum. Annem okurdu, yaşıma uygun kitaplar alırdı, beraber okurduk. Okuduğu bir kitap üzerinde ya da benim okuduğum, bana süre verirdi 3 gün 5 gün, daha sonra ne anladığımı onunla beraber konuşurduk, tartışırdık. Annemle bağım çok güçlü oldu. Liseye gidiyorum bir kızı seviyorum gelip anneme anlatıyorum yani bunu. Baba olmayınca…

Bahadır Yenişehirlioğlu / Oyuncu, Yazar
Bahadır Yenişehirlioğlu / Oyuncu, Yazar
Meslek seçimimde beni durduran annemdi. Annemin beyanı değildi. Annemin içinde bulunduğu ahvaldi. Ben vicdanlı bir adamdım.

Meslek seçiminizde de annenizin ciddi bir yönlendirmesi oluyor. Nasıl olmuştu o süreç?

Annem sanata olan meylimi biliyordu. Bana 'Dünya Müzeleri Ansiklopedisi’ almıştı. Muhteşemdir o, hala durur bende. Dünyanın metropollerinde, önemli şehirlerinde hangi müzeler var ve o müzelerde hangi eserler var, onların fotoğrafları vardı. Benim için bir hazineydi. Empresyonistler, Klasikler, Rembrant'lar, Monet'ler, Van Gogh'lar... Allah'ım! Bambaşka bir dünyaydı. Her sayfasında başka bir ülkeye, başka bir şehre, başka bir müzeye gidip geziyordum. Velhasıl annem sanata olan meylimi ve iştahımı böyle böyle tatmin etmeye çalışıyordu sanırım. Üniversiteyi Türkiye'de okumak istemiyordum, öyle bir niyetim yoktu. Ekonomik olarak müsaittik. Annem beni gönderebilirdi, bunu karşılayabilecek durumdaydık. Fakat annemin başka problemleri vardı. Bir gün bütün gücümü toplayarak, bütün cesaretimi toplayarak artık karar verdim, anneme söyleyeceğim niyetimi ve de düşüncemin arkasında duracağım inatla. Direneceğim yani. Eve geldiğimde bütün direncim yıkıldı, fos diye söndüm. Çünkü annem babama çorba içiriyordu, babam ağız kaslarını bile kullanamıyordu. Zor bir durum aslında biliyor musun? Bunları çok normalmiş gibi anlatıyoruz ama geriye dönünce hala büyük sıkıntılar var. Her neyse, annem çorbayı içiriyordu bir yandan da babam ağız kaslarını kullanamadığı için çorba akıyordu. Babam güçlü bir adammış benim. Anlatılanlar o, ben bilmiyorum. Hem ailem tarafından hem yaşadığım bölgenin önemli erkekleri tarafından söylenen "Sen Ali Bey'in oğlusun, Ali Bey şöyledir, Ali Bey böyledir”. Babam hakkında söylenenler hep güçle alakalıydı. Bu kadar güçlü, ayakları yere sağlam basan, hem fiziken de güçlü ve çok yakışıklı bir adamın birdenbire bir kadına muhtaç duruma düşmesi… Erkek olmadığınız için bunu anlamanız çok zordur, ağlardı babam yemek yerken... Annem 'Hadi Ali'cim' deyip ağzına çorba koyarken… Ben fikrimi söylemek için geldiğimde babamın akan gözyaşlarını siliyordu. Bir an durdum, kapının sövesine, öyle deriz biz, dayandım ve izlemeye başladım. Annem benim geldiğimin farkında değildi. Fakat o kadar şefkatle yaklaşıyordu ki babama, “Hadi Ali'cim, hadi Ali'cim. Ağlamayalım bir tanem ne var? Yemeğimizi yiyoruz”. Of, çok kötü. Bu bitecek bir şey de değildi, o anlık bir şey de değildi. Bu sürgit gidecekti yani, söylemem lazımdı. “Anne ben Fransa'ya gidip resim eğitimi almak istiyorum” dedim. Dedim mi, demedim mi, kafamın içinde mi söyledim, onun bile farkında değilim ama annem cevap verdiğine göre demek ki dışardan seslendirdim. Annem duymadı önce ya da duymazlığa geldi. Sonra daha yüksek söyledim “Ben Fransa'ya gidip resim eğitimi almak istiyorum, ressam olmak istiyorum” dedim. Annem babamın ağzını sildi, “Ali'cim doyduk mu?” dedi, babam böyle bir baş işareti yaptı, annem döndü bana, gülümsedi. “Van Gogh gibi sürünmek mi istiyorsun? Hayatta olmaz, sen avukat olacaksın” dedi, döndü. Kaldım orda. Avukat mı olacağım? Ressam olamayacak mıyım? Esas beni durduran annemdi. Annemin beyanı değildi. Annemin içinde bulunduğu ahvaldi. Ben vicdanlı bir adamdım çocukluğumdan itibaren, karınca bile ezmeye korkardım. Anneme şunu söylemem gerekiyordu ama söyleyemedim: 'Ama benim bütün dünyam resim’. Annemin başında abilerim vardı, sıkıntılıydı, malı mülkü idare etmek zorundaydı. Çok genç bir kadındı. Babamın durumu belliydi, e ben evin en küçüğü olarak Paris'e gittim resim eğitimi alıyorum. Belki arkamı arayamayacak, amcam ölmüş. Büyük yok, erkek yok. 'Anneni bu duruma, bu telaşa, bu sıkıntıya nasıl sokarsın Bahadır?' diye baktım anneme. Vicdanım seslendi. Belki kaçabilirdim, hani giderdim, ne olurdu, başıma ne gelirdi bilmiyorum. Ama bunu anneme yapamazdım. “Peki o zaman” dedim. Tek tercihti, Hukuk Fakültesi'ne girdim. Sınavdan çıktım, annem kapıda bekliyordu beni. “Ne oldu?” dedi. “Kazandım sanırım anne” dedim, zaten kazandım. Avukat oldum.

KENAN EVREN’İ AFFETMİYORUM

Bu şartlar altında İzmir'deki öğrencilik günleriniz nasıl geçti? Evden ilk ayrılışınız…

Orası başka bir kaos. Yani sen söyle bir güzellik aralamaya çalışıyorsun ama o dönemlerde yok, hiç yok. Ta ki evleninceye kadar, Canan, hayatımın aşkı limanım oluncaya kadar, bana huzurlu bir ailenin ne demek olduğunu hissettirene kadar mutlu bir şey yok... Üniversiteyi kazandım, İzmir'de okudum, Ege Üniversitesi girişliyim. Daha sonra 9 Eylül kurulunca Hukuk Fakültesi'ni 9 Eylül'e aktardılar. O zamanlar sahil yolu yapılmamıştı İzmir'de. Köşk Sineması vardı Güzelyalı'da. Tarihi bir sinema, hemen onun yanındaki apartmanda öğrenci evim vardı. Hatta odam denize açılıyordu, sahil yolu bile yoktu. Yunuslar bahçeye geliyordu. Fiziken güzeldi ama cehennemdi. Çünkü 12 Eylül olmuştu. Eskişehir'de okuyan ortanca abim, en sevdiğim abim, en iyi abim, en güzel abim eve geldiğinde tutuklanmıştı geldiği gün. O zamanlar sıkıntılıydı. 12 Eylül çok kaotikti, Türkiye'nin üzerinden buldozer gibi geçti. O yüzden Kenan Evren'i ölmüş olmasına rağmen hiç affetmiyorum. Lanet okumak çok doğru bir şey değil ama affetmiyorum Kenan Evren'i. Yattığı yerde huzurla uyumasın diyorum, bunu çok açık ifade ediyorum. 'Netekim bir sağdan astık bir soldan astık' lafını hiç unutmuyorum. Çünkü abim idamla yargılanıyordu. Hiçbir şey yapmamıştı, suçsuzdu abim. Böyle olunca annem çok perişandı, oğlumu asacaklar diye. Babam felçliydi. Koşturacak kimse yoktu, tüylerim diken diken oluyor hala... Benim o acemi halimle, o kendimi en zayıf hissettiğim zamanda… Önce Eskişehir'deydi mahkeme sonra Ankara Mamak'a aktarıldı. Avukatları bulup, avukatlarla teşrik-i mesai kurup Cihan'a umut vermem gerekiyordu ama benim hiç umudum yoktu. O yüzden güçlü olmam gerekiyordu ve bir tiyatro yapmaya başladım, oyunculuğum belki oradan geliyor.

Ailece çok büyük bir imtihan süreci oluyor sizin için o günler. Cihan bey neden tutuklanmıştı, neler yaşanmıştı?

Eskişehir'de okuyordu. O dönemler çok sıkıntılıydı. Sağ-sol çatışmaları çok yoğundu. Oyun kurucular, küresel güçler, memleketimizin negatif dinamikleri bunu körüklüyordu. Sağdan ve soldan hep ölüm haberleri geliyordu. Devrimciler ve Ülkücüler diye tabir edilirdi. Memleket sevdalısı çocuklardı bunlar. Devrimciler açısından da ahlaklı olanlarını, gerçekten vicdanlı olanlarını kastediyorum. Bütün devrimciler kötüdür, bütün ülkücüler iyidir genellemesi yapamayız. İçlerinde iyiler, kötüler vardır ama bunlar Anadolu'nun çocuklarıydı. Bunu nereden biliyorum? Bunu yaşadığım şeylerden biliyorum. Ben iyi gözlem yapabilen bir adamım. Nasıl tutuklandığına geleceğim ama şu hadise ne demek istediğimi anlatıyor; bir bayram günü Eskişehir’de Askeriyenin kapısının önündeyiz. Bir haber gelmiş, içeriye tatlı sokulabilecek diye. Ramazan Bayramı. Annem, en ince açkı açan hanımefendilere bir tepsi yaptırdı, Cihan çok severdi cevizli baklavayı. Bütün gece trende gittik annemle beraber o tepsi dökülmesin şaçılmasın falan. Kapının önündeydik, ben tepsiyi tutuyordum. Annem de oğluna bir iki fitil baklava yedirecek. Annemin yanına bir kadın geldi. Annem kadınla sohbet etmeye başladı, ben kenarda tepsiyi tutuyorum. Kadının da elinde bir küçük tepsi var. “Siz neyli yaptınız?” Tanımıyorlar birbirlerini, o tip durumlarda çabuk arkadaş olunur ya. Annem: “Benim oğlum cevizli sever”. “A benimki de bademli sever, ben de ona bademli yaptım”. Sonra işte konuşma gelişiyor. İçeri alacaklar bizi, 41 yerde arayacaklar ondan sonra içeri alacaklar, 5 dakika bile görüşemeyeceğiz. Onun oğlu devrimciymiş. Annemin oğlu ülkücüydü. Ben anladığımda şöyle kadına baktım, anneme baktım, birbirlerinden hiç farkları yoktu. İkisi de Anadolu'nun analarıydı ve evlatları zayi ediliyordu. Velhasıl bunlar Anadolu'nun kendi evlatlarıydı, hangi cenahtan olursa olsun. Kötülerini ve ahlaksızlarını bir kenara bırakıyorum.

Kapı güm güm çaldı. Cihan kalktı, “Anne, beni karakoldan çağırıyorlar, biraz sonra gelirim” dedi. Bir şey soracaklar herhalde dedik… Sonra abimle karakola gittik. ‘Nerede olduğunu söyleyemeyiz’ dediler.

Cihan, Eskişehir'de Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış öğrencilik zamanı. Genelde Adalet Partili ailelerin çocukları ülkücü olurdu; Cumhuriyet Halk Partili ailelerin çocukları da devrimci olurdu, bu bir vakıa yani. Ne görüyorlarsa onu işliyorlar. Belki benim ailem azılı Cumhuriyet Halk Partili olsaydı Cihan, ülkücü değil de devrimci de olabilirdi yani, şartlar öyle. Eve geldi, okul bitti, oğluna kavuştu annem. Bir de sağ-sol çatışmasından ölmeden paçayı kurtararak geldiği için annem çok mutluydu. Sofra kurmuştu. Biber dolmasını çok severdi, kıymalı biber dolmasını. Biber dolması falan yapmıştı, yiyorduk. Kapı güm güm çaldı. Cihan kalktı, babam vardı, büyük abim vardı, annem vardı, ben vardım. İyiydi evin içi, mutluydu, o salondaydık. Yeşil yağlı boya boyalı bir yemek masamız vardı, ortadan ayrılırdı. Annem, büyük büyük yiyelim, masa etrafında toplanalım diye hiç açılmayan orta bölmesini açmıştı. Beyaz bir örtü sermişti üstüne, özel bir gündü... Cihan 'peltek' konuşurdu, dilinin kenarı hafif kopuktu, fıslayarak konuşurdu. Kapıda polislerle bir şeyler konuştu, sonra döndü anneme doğru: “Anne, beni karakoldan çağırıyorlar, biraz sonra gelirim” dedi. Bir şey soracaklar herhalde dedik. Ben de böyle izliyorum. Sonra gitti, yarım saat geçti yok. Karakol bize çok yakındı yani 5 dakika mesafede. Bir saat geçti yok. Yemekler soğudu... 2 saat geçti yok. Abimle biz karakola gittik. Nerede olduğunu söyleyemeyiz dediler. O günün şartlarında evinden insanları alıyorlardı, tutukluyorlardı güya ve özel yasa gereği 70 gün boyunca nerede olduğunu söylemiyorlardı. Öldü mü, arka bahçeye mi gömüldü, başka bir yere mi gitti bilmiyoruz. Karakollar şimdiki gibi değil. Eve döndüğümüzde bomba düşmüştü evin içine. Cihan'a ne olacak? Başına ne gelecek? 70 gün. O nasıl geçti o 70 gün anlatamam size… Böyle diken üstünde. 70 gün sonra bir haber geldi, dediler ki 'Eskişehir'de bir karakolda.' Akhisar neresi, Eskişehir neresi? Gecenin bir vakti bir arabayla atlayıp gittik Eskişehir'e. Bir karakolu gösterdiler, burada dediler. Soğuktu, Eskişehir'in soğuğu çok pis olur. Hatta o zaman yolları düzgün değildi, çamur olur böyle yürürken ensene kadar sıçrar çamur. Karakolu bulduk, içeri girdik. Karakollar bugünün karakolları gibi değil. Çirkin bir mavi, gri-mavi boyalıydı. Bir demir kapıya doğru, küflü bir lambanın ışığında koridorda yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Önümüzde yürüyen polis bir kapının önünde durdu ve küflü yer yer boyanmış ama küften kabuk atmış gri-mavi bir kapının önünde mazgal deliğini sıyırdı, 'Burada' dedi. Biz Eskişehir soğuğunda, karakolun kendi soğuğunda yüzümüzü kapıya dayadık. Yaklaştık yani. Hani çok soğuk olur ya, eksi derece, elinin derisi metalde kalır, yapışır çok soğukta. Yüzümün derisi kapıda kaldı zannettim. Mazgaldan baktığımda karanlıktı koridor, bir tek lamba vardı… (Ağlıyor…)

Hocam biraz ara verelim isterseniz?

Biri geliyordu, Cihan'dı ama hayvan gibiydi, çok kötüydü. Saçı sakalına karışmış. İlk hatırladığım şey, kesif bir sidik kokusu. Tuvalete götürmemişler, bir hücrede. Kim bilir ne kadar zamandır yıkanmamışlar. Tabii şiddet, dayak, elektrik. Abimi gördüm ama abim gibi değildi. Hani yaşıyordu en azından… Sonra döndük biz. Mahkeme süreçleri başladı. Tabii bir tek bizim için değil bütün Türkiye için kötüydü. Bütün aileler için kötüydü. Babam daha fazla dayanamadı, yattığı yerde. Yarım yamalak konuşuyordu, biz konuşmasını anlıyorduk, başkası anlayamazdı. Televizyona çıkarırlardı o zamanlar mahkemeleri, 50 kişilik bir dava, toplu bir dava. Neyle suçlandığımızı da adam gibi bilmiyoruz. Bir gün televizyonda mahkemeyi gösterirken, ‘idamla yargılanan sanıklar' diye mahkemeden bahsediyor. Tabii hepsi de kötüymüş gibi gösteriliyor. Babam yattığı yerden… Hiç unutmuyorum onu, Cihan da iyi bir evlattı, üzmedi ailesini hiç, saygısız bir adam değildi anneye babaya karşı. Vicdanlı, merhametli bir adamdı. Babam, 'Oğlum Cihan' dedi, televizyonda gördüğü an. Öldü babam... 'Oğlum Cihan' derken... Vay anasını. Babamı defnetmemiz gerekti. Gittim aile mezarlığına, formaliteleri yerine getirdik, babamı gömdük. Eve geldim, masaya oturdum, dedim ki: 'Bunu Cihan'a nasıl söyleyeceğim?' 'Babam senin acına dayanamadı ve öldü.' Zaten kendini suçlu hissediyordu. Cezaevindeki görüşmelerimizde 'Babam nasıl, babam nasıl?' diye soruyordu. 'Üzülüyor mu, benim durumuma üzülüyor mu?' Ne diyeceğim Allah'ım? Garip bir şekilde bir kağıt bir kalem aldım, refleks ama. Babamın dediklerini anlar ve dediğini not edebilirdik. Birine babamın ağzından bir şey gidecekse yazılabilirdi. 'Oğlum Cihan, nasılsın, iyi misin?' diye bir mektup yazdım, bir sayfalık. Zarfa koydum, hemen postaneye gittim, postaya verdim. Postaneden çıktım dedim, 'Ne yaptım ben?' Bunu sürdürmem lazım. Oy, ne kadar, ne zaman? O zaman işte bu mektup serüveni başladı. Ne kadar mektup yazdım bilmiyorum. Babamı evde yaşatmam gerekti ve günlük olaylar uydurmam gerekti babamın ağzından. Ve bu mektupları sürekli gönderdim.

‘BABAMIN ÖLDÜĞÜNÜ NİYE SÖYLEMEDİN BANA’

İlk yazarlık tecrübenizin anısı çok acı. Saklı mıdır o mektuplar, dönüp bakar mısınız?

Duruyor ama bakmıyorum. Unutmaya çalışıyorum. Bir gün gittim cezaevine. Mamak'tı herhalde. Trenle gidiyordum o yüzden trenleri hiç sevmem. Hayatım boyunca trene binmemeye çalışırım, çok mecbur kalmazsam. İstasyonları da hiç sevmem. Gittim, yine arandım, kapıdan içeriye girdim. 5 dakika falan görüştürürlerdi. Aranızda böyle tel örgüler, sizin oturduğunuz yer gibi, benim oturduğum yer gibi böyle, temas edemezsin, dokunamazsın. Cihan'ı kapıdan getirdiler, görüyordum ama ağlıyordu. Deli gibi ağlıyordu. İçeride bir şey mi oldu acaba? Ama içeride bir şey olsa Cihan dirayetli bir adamdır, biz üzülmeyelim diye bunu söylemez. Demek ki kontrol edemediği bir şey var, dedim. Geldi, oturdu, birbirimize bakıyorduk. “Babamın öldüğünü niye söylemedin bana?” dedi. Vay... İçerde tutuklu birinin bizi tanıyan ailesi vasıtasıyla Cihan'a ağzından kaçırması neticesi benim yazdığım bütün mektupların sahte olduğunu anlamış. Ziyaret gününe kadar da üzülmüş çok. Sonra biz hiç dünya kelamı konuşmadık o an. Çünkü ben de ağlamaya başladım. O ağlıyor, ben ağlıyorum, o ağlıyor, ben ağlıyorum ama nasıl böyle hıçkırıklara boğulduk, deli gibi ağlıyoruz. Başka ‘nasılsın, iyi misin’ kelamı kurulmadı. Sonra düdük çaldı çıkmamız için. Askeriyeden çıktım, askeri mahkemede görülüyor çünkü. Kapıda sarı taksiler vardı. Sarı taksiye bindim, istasyona gideceğim oradan da geri döneceğim Manisa'ya, Akhisar'a. Müslüm Gürses çalıyordu. Müslüm Gürses'i severim ben gerçekten. Ama o an hiçbir şey istemiyordu canım, hiçbir müzik istemiyordum. Ben arabaya bindiğimde deli gibi ağlıyordum. Dikiz aynasından bana baktı şoför, ilk yaptığı şey radyoyu kapatmak oldu. Arabayı çalıştırdı, nereye gidiyorsun diye sormadı. Biz dolanmaya başladık, adam gittiği yere kadar götürüyor. Nice sonra, benim sakinlemem mümkün oldu, ağlamam geçti. “Seni nereye bırakayım abi?” dedi. “İstasyona bırak” dedim, istasyona bıraktı beni. “Kaç para borcum?”, “istemiyorum abi” dedi. Biliniyordu çünkü orada siyasilerin, öğrencilerin davaları görülüyordu, o da Anadolu'nun bir insanıydı. Mutlaka akrabalarından biri varmıştır. 'İstemiyorum abi.' Halbuki rızkını çıkarmaya çalışan bir adam, dolaştı dolaştı Ankara'da, kenar mahallelerde, sakin yerlerde. Almadı, ısrar ettim yine de para almadı. Sonra ben trene bindim, geldim. Ve Cihan babamın öldüğünü öğrendi.

Annenizin durumu nasıldı bu süreçte?

Bu arada annemin rahatsızlıkları başladı. 6 yıl cezaevinde kaldı, 6 yıl idamla yargılandı. 12 Eylül artık köhnüyordu. Yapılması gerekenler yapılmıştı. Hem sağdan hem soldan içeri tıkıldı çocuklar. Asılanlar asıldı, ölenler öldü. Sanırım rant paylaşılmıştı. Bütün sac ayakları kurulmuştu artık çok fazla sürdürmenin manası yoktu herhalde. Çünkü mahkeme birdenbire bitti ve dediler ki, Cihan Yenişehirlioğlu'na, abime: 'Senin hiç suçun yokmuş, beraat ettin.' 6 yıl… Annem çok sevindi. Yani hani eşeğini kaybettirip bulmak gibi. Her şey bitti evine dönecek falan filan ama annem kanser oldu. Cihan da kısa bir süre sonra trafik kazasında öldü. Bu kez annemin ağlama şekli değişti. Annem şöyle ağlardı: 'Oğlumu asacaklar, oğlumu asacaklar, oğlumu asacaklar.' Cihan trafik kazasında, ki şüphelidir… Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümü gibi şüphelidir bence. Muhsin Yazıcıoğlu, Allah rahmet eylesin, Cihan'ın iş arkadaşıydı, cezaevi arkadaşıydı, dava arkadaşıydı. O yüzden Cihan'ın ölümü de şüpheliydi bana göre. Ama o zamanlar arkasını arayacak durumda değildik. Annemin ağlaması değişti. Cihan'ın ölüm haberi gelince, öf be hep morglarda geçti benim hayatım... Apar topar Ankara'ya gittim. Morgda Muhsin Bey de vardı. Metal sesi. Soğuk. Yarası beresi olmayan bir adam. Öptüm abimi. Buz gibi, çelik gibiydi. Muhsin Bey bir şeyler karaladı sonra basında yayınlandı, Cihan ile ilgili bir şiir yazmış, çok üzgündü o da. Sonra geri ittiler çekmeceyi. Ölmüştü yani. Bu kez annem: 'cezaevinde olaydı da ölmeyeydi, cezaevinde olaydı da ölmeyeydi' diye diye kanser oldu zaten. Üzüntüden. Öyle sıkıntılıydı velhasıl ilkokul, ortaokul, lise, üniversite benim için çok parlak geçmedi. Bunu hep söylüyorum, şu an samimiyetle sohbet ettiğimiz için duygularım kabardı, gözümden yaş geldi falan filan. Ben hiçbir zaman bunlar sağan bir adam değilim. Bunlar üzerinden prim yapmaya çalışmadım, çok net. Çünkü beni tanıyan herkes güler yüzle görür. Hani ‘gülen surat’ gibi. Hatta şunu derler yeni tanıyanlar: 'senin hiç mi derdin yok arkadaşım? Ben hayatım boyunca, ilk zamanlar, hayatımın gençlik zamanlarında bahşedilmeyen mutluluğun, huzurun, güzelliğin imtihan olduğunu düşündüm. Allah'ın hazinesinin geniş olduğunu düşündüm. Hiçbir zaman isyan etmedim. Hiçbir zaman Allah'a karşı gelmedim. Evet babam yoktu, amcam yoktu, danışacağım kimse yoktu. Ama Allah'ım vardı. Onun beni koruyacağına, beni güçlü tutacağına inanıyordum. Belki kendimi şartlandırdım. Zaman zaman Allah'ın varlığını o kadar çok içimde hissederdim ki, soracağım sorunun cevabının karşılığını alırdım. Hiç yanılmadığımı da gördüm. Evet, mutsuz bir çocukluğum geçti, sıkıntılıydı, travmatikti, problemliydi. Zaman zaman kafama sıkacağım zamanlar olmuştu. Hayat bitsin, ben de bu sıkıntıdan kurtulayım diyeceğim anlar olmuştu ama isyan etmedim çok fazla. Anlık duygulardı gelip gitti. Allah'ın hazinesi çok geniş, üniversitelere, okullara gittiğimde de anlatıyorum gençlere. Allah karşıma bir kadın çıkardı. Vay. O benim cennetim oldu. Bir aile kurdum. Babamla muhabbetim olmadı ama Allah'tan bir oğul vermesini istedim bana, oğlum oldu. Ben baba-oğul arasında yaşayamadığım ne duygu varsa oğlumla yaşadım ve onu büyüttüm. Bir yandan oğluma sevgi gösterirken aslında bir yandan babam bana sevgi gösteriyordu. Böyle tamamlandım. Ve asla umutsuz olmadım her şeye rağmen. Ve Allah sonra bana çok güzel kapılar açtı.

Bahadır Yenişehirlioğlu / Oyuncu, Yazar
Bahadır Yenişehirlioğlu / Oyuncu, Yazar

28 YIL AVUKATLIK YAPTIM, BİR GÜNDE BIRAKTIM

Çok uzun yıllar boyunca Akhisar’da avukatlık yapıyorsunuz sonra avukatlığı bırakıp kitap yazmaya karar veriyorsunuz. Bu kadar hızlı şekilde nasıl verebildiniz bu kararı?

Kafama ne düştü? Nasıl bir aydınlanma yaşadıysam? (Gülüyor) Akhisar küçük bir yerdi evet, küçük bir yerde yaşıyordum ama küçük düşünmüyordum. Hep öyle derim, bir kasabada yaşıyor olmak sizin küçük düşünmenizi gerektirmez. Önemli Rus yazarları, dünyanın şapka çıkardığı, önünde saygıyla eğildi önemli Rus yazarları küçük kasabada yaşamışlardır. Bu, vizyonunuzun küçük olmasını gerektirmez. Hatta günümüzde insanlar küçük yerlerde yaşamak istiyorlar artık, İstanbul'u terk etmek istiyorlar. Bütün dünyaya radarlarım açıktı. Evet, 28-29 yıl avukatlık yaptım ama radarlarım hep açıktı. Avukatlık, başarıyla yaptığım, para kazandığım, saygınlığımın olduğu, aileden gelen de zaten ama benim de üzerine eklediklerimle bana saygınlık veren bir meslekti, bir kartvizitti ama hep radarlarım açıktı. Sanattan hiçbir zaman uzak olmadım. Keşfetmekten hiçbir zaman uzak olmadım. Bütün dünyayı dolaştım.

Seyahatlerinize ayrıca geleceğiz ama yazmaya ilk karar verdiğiniz günü çok merak ediyorum. Eşinizin tepkisi ne olmuştu mesela?

Canan bir şey yapıyordu. Mutfağımız büyük bir mutfaktı bizim, geniş bir mutfaktı. Bu bir anda karar verilmiş bir şey olamaz. Hani garip bir aydınlanma yaşıyor olmam lazım ya da kafama bir şey düşmüş olması lazım. Türkiye geneline bakacak olursanız bir kariyer kurmak çok zordur, bunu korumak çok zordur, bunu büyütmek çok zordur, emek ister, mesai ister, performans ister. Hele hele avukatlıkta. Böyle bir durumda mutlaka bardak dolmuştu. Yani yaşadığım bütün süreç bardağı dolduruyordu. Bardak öyle doldu, doldu, doldu ki taşmaya başladı. Taştığı an, mutfak masası... Başka türlü olamaz. Garip bir şekilde Canan'a dedim ki: “Canan ben avukatlığı bırakıyorum”. Babama çorba içiren annem gibi, kahve mi yapıyordu, bir şey yapıyordu herhalde hatırlamıyorum. Döndü: “Emin misin?” dedi. “Evet” dedim. “Avukatlığı bırakıyorum. Artık hiç avukatlık yapmayacağım. Yazmak istiyorum”. “Seni mutlu edecekse ben de arkandayım sonuna kadar desteğim sana” dedi. Bir tek itiraz yapmadan. Çünkü beni çok iyi tanıyordu. Ben avukatlık yaparken bütün tırnaklarım… Şu tırnağım çıktı, bu problemli, yenisi gelecek ama şu anda ellerimin tırnakları düzgündür benim. Fakat hiç tırnağım yoktu. Hiç. Tırnaklarımı tamamen yiyormuşum ben refleks olarak. Hatta bilgisayarın klavyesini kullanmakta, o zamanlar daktilo da vardı, kullanmakta zorluk çekiyordum, acıyordu çünkü. Hani öyle sıyırıyormuşum ki. Bir müvekkille görüşmeye gittiğimde, Allah'a çok şükür en iyi takım elbiseleri giyiyordum, kılığıma kıyafetime çok dikkat ederdim. Bir gardırop dolusu en iyi çantalar, ayakkabılar. Fakat ellerimi saklıyordum. Hani ellerimi gördüklerinde 'bu adam, hayrola problemli biri mi?' diye düşünürler diye. Güvensizlik telkin eden bir eldi, problemli bir adamın elleri. Ben yazmaya başladım 'Beyaz Usta Siyah Çırak'ı, mutfak masasında, yanımda Canan varken. Çünkü bana müthiş keyif veriyor. Ben uzağa gidip yazamıyorum, bir dağ başına gidip yazamıyorum, uzlete çekilip yazamıyorum. Kulaklık takıyorum, yüksek volümde müzik dinliyorum ama gözüm ev ahalisini görecek. Onların varlığı beni mutlu ediyor yani mutluyuz, aileyiz, bir aradayız ama ben müstakilim çünkü onları duymuyorum ve yazabiliyorum. Aşağı yukarı 'Beyaz Usta Siyah Çırak'ı bir ay olmuştu yazalı ya da daha fazla emin değilim. Bir gün Canan dedi ki: “farkında mısın, senin tırnakların uzadı”. Bir baktım, tırnaklarım uzamış. Bir daha hiç hayatım boyunca tırnak yemedim. İyileşmişim.

İlk kitabınızın yayınlanma sürecinde çok değerli bir isim devreye giriyor. O kişi kimdi ve süreç nasıl gelişmişti?

'Beyaz Usta Siyah Çırak' romanını yazdım. Ama dediğim gibi ince bir kitaptı. Roman nasıl yazılır bilmiyordum fakat çok okuyan bir adam olarak üç aşağı beş yukarı bilgi sahibiydim. İlk etapta kendi hayatımı yazmak en kolayıydı. Bir de kendi hayatıma bakınca hayatım çok renkliydi açıkçası. Yani renkli derken birçok insanın başına gelmeyecek pek çok şey başımdan geçmişti, bu ilginçti ve bunu yazmam lazımdı. İlginç olan bir şeyi yazayım, buradan insanlar heyecanlansın ve ben okunan bir yazar olayım değildi derdim. Aslında kendimi iyileştirmekti açıkçası yani yazma sebebim oydu. Bu camiayı çok tanımıyorum, yayınevlerini tanımıyorum, bu ciddi bir entelijansiya istiyor malumunuz. Değişik bağlantılarınızın olması lazım, değişik parametrelere sahip olmanız lazım. İlk kitap açısından konuşuyorum. Zaten kırılma noktasını yaşadıktan sonra iş değişiyor. Rahmetli abimin arkadaşı Erol Olçak Bey vardı, Allah rahmet eylesin, yeri yurdu cennet mekanı olsun. Erol Bey'in bir yayınevi olduğunu biliyordum, Meydan Yayınları. Ama yayıncılıkla, edebiyatla ve dünyayla da çok alakalı değildim, var olan bir yayıneviydi ama çok iddialı, sükseli bir şey değildi. Esas reklam işi yapıyordu. Esas mesaisi, esas gücü reklamla alakalıydı. Ama ne yapalım, kimi tanırsanız oradan yürürsünüz. Ben yazdığım metni Erol Olçak Bey'e gönderdim. Dedim böyle böyle hayat hikayemi yazdım, içinde Cihan da var. Cihan'ı biliyor zaten. Onlar bastı, Meydan Yayınları'ndan çıktı. Ama ne bir reklam yapıldı ne bir PR'ı oldu. Kendi kendine baskı tekrarı yaptı. Kendi kendine okuyucu kitlesi oldu. Televizyon programlarına 1-2 davet edildim gittim geldim falan ve artık kitabım yayınlanmıştı. Yani kitapsa kitap, yayınsa yayın, yayıneviyse yayınevi, yazarsa yazar. Görünür bir şey var ortada. Ben inanılmaz bir hızla ikinci romana başladım, 'Kerime' romanına. Barajın kapağı açılmıştı. Cidden barajın kapağı açılmıştı. Hani su çağlayarak iniyordu artık ve önünde durmak mümkün değildi. Çünkü evet, şeytanın bacağını kırmıştım, ‘yazacağım ben!’. Hep yazmayı planlamıştım kafamda avukatlık yaparken de. Ne vakit artık yazamazsam infilak edeceğim bir noktaya geldiğimde yazabildim.

HAYATIMDA HİÇ SETE GİTMEMİŞTİM SAHAF İSMAİL EFENDİ OLDUM

Bir gün Ahmet Tezcan sizi arıyor ve hiç ummadığınız yerden bir baraj kapağı daha açılıyor…

Ahmet Tezcan benim dostumdur. Çok sevdiğim bir arkadaşımdır. 'Yedi Güzel Adam'ın senaryosunu yazıyorlar. Ahmet ile de böyle arada sohbetlerimiz oluyor ama benim aklımda gerçekten oyunculuk yok. Çünkü benim sinema geçmişim yok, tiyatro geçmişim yok, bu konularda en ufak bir çalışmam yok. Yazmak benim için yeterli ve kendime de alan buldum zaten, oradan gidiyorum... Fakat Ahmet'e derdim, ya bana bir rol yazmadın, bir artist yapmadın beni falan diye. Samimi söylüyorum gır gırdı. Bir gün Ahmet aradı, 'Yedi Güzel Adam'da Erdem Beyazıt’ın hocası Sahaf İsmail Efendi karakterini yazmış, yazarken de beni gözünün önüne getirmiş, kurgulamış. Dedi ki, “Kahramanmaraş'a geliyorsun, Sahaf İsmail Efendi olacaksın”. Ne? Bir programım vardı yurtdışı, onu falan iptal ettim, bir baktım bir uçak bileti bir de senaryo. Uçakta ezber yapmaya çalışıyorum, beceremiyorum, yapamıyorum. Sonra Ahmet'i aramak zorunda kaldım otele gittiğimde. “Ahmet” dedim, “Ben bunu okudum, kafama yerleştirmeye çalışıyorum da. Rabarba ne? Rabarba kim Ahmet?” dedim. Rabarbanın ne olduğunu bilmiyorum. Senaryoda rabarba yazar. Rabarba dediğiniz nedir? Burada üç beş kişiyiz. Kendi aramızdaki şu uğultu rabarbadır. Ben onu bir karakter zannediyorum. Sahaf İsmail Efendi gibi rabarba isminde biri var zannediyorum. “Ahmet” diyorum, “Bu karakter ama konuşmaları belli değil, ne bu?” Ahmet gülmeye başladı. “Sen rabarbayı bilmiyor musun?” dedi. “Bilmiyorum oğlum” dedim. “İşte o ses gürültüsü rabarba” dedi. Allah'ım! Sete girdim, giydirdiler, kuşattılar, boyadılar elimi yüzümü, oyna, dediler. Beceremedim. 'Olmayacak, yapamayacağım.' dedim. Ama Ahmet de yönetmene yapabilir demiş, önermiş. Bir de biliyorsunuz kasetler son günde gider Ankara'ya, o kabul görür ve anında yayına girer, vakit de yoktur. Başka bir oyuncu bulmaları mümkün değildi. O an kendimi öyle sıkışmış, öyle bastırılmış, öyle utanç içinde hissettim ki. Yapamayacaksan niye geliyorsun Kahramanmaraş'a? Niye insanlara umut veriyorsun? Baştan reddedecektin. Ahmet kırılırsa kırılsın, diyorum kendi kendime. Kahve söylediler, yönetmen, Ahmet, ben kahve içiyoruz ama ben yerin dibine giriyorum o an. Birden, bak bu çok önemli bir şey, kendi sınırlarınızı, çıtanızı bilmiyorsunuz dibe vurmadığınızda. Birdenbire hani denizin tabanına doğru inmiş, nefessiz kalmış bir adamın ayaklarını yere vurup tekrar suyun üstüne çıkması gibi bir aydınlanma yaşadım. Dedim, yapabilirim. Girdim ve ben Sahaf İsmail Efendi'ydim. Dışardan kendime bakıyor gibiydim. Resmen bildiğin oyuncu gibi oynuyorum. Tavırlarım, halim, ahvalim... Lafı unuttuğum yerde 'şöyle' yap (parmaklarını şıklatıyor) biz sana laf veririz, dediler. Lafı söylüyorlar, devam ediyorum falan. Oldu. Sonra ben döndüm. Dedim tamam, Ahmet'in gönlü oldu. Allah'ım, bir büyüdü iş oradan. Kim bu adam? İzmir Tiyatrosu'ndan mı? Ankara Tiyatrosu'ndan mı? Biz bu adamı daha önce bilmiyorduk, neredeymiş? Falan filan... Bu adam 28 yıldır avukatlık yapmış sinema bilmiyor, ışık bilmiyor, kamera bilmiyor, sete hiç gitmemiş. Oradan da bir baraj kapağı açıldı...

Sırada ‘Sevda Kuşun Kanadında’ var…

Bizim Ege şivesiyle konuşayım, ‘ben gari önünde suyun, yuvarlana yuvarlana gidiyom’. Nereye götürürse. Allah'a çok şükür Türkiye'nin önemli projelerinde önemli karakterleri canlandırma imkanım oldu.

Saatçi Hüsnü karakterini yazmaya başladıklarında siz planlarında var mıydınız?

Yokmuşum. Bir karakter olarak varmış Saatçi Hüsnü, gerçek bir karakter malumunuz, kurgu değil. Mehmet Zahid Kotku'nun sağ kolu, öyle bir karakter, enteresan bir karakter. Bana teklif edildi. Çünkü 'Yedi Güzel Adam'dan bir şey gördü onlar sanırım, bir ışık gördüler. Ekranın sevmesi denen bir şey var. Bazen ekran insanları sever. Allame-i cihan olsanız sevmedi mi sevmiyor. Bu nasıl, nedir, diye sorsan, bu çok müşahhas, matematiksel bir şekilde anlatılamaz. Bazı insanları ekran seviyor, beni seviyor. Enerjiyle alakalı.

Beni vurdular. Ben 'Eşhedü Enla İlahe İllallah' diyerek son nefesimi verdim, saatçi dükkanıma bakarak. Ertesi gün kafamda fes, 'Hünkarım' diyen bir Tahsin Paşa olarak İzmit'te, sette yerimi aldım ve muhteşem bir serüven başladı.

Belki de hayatınızın dönüm noktalarından biri… Tahsin Paşa rolü. Saatçi Hüsnü’den Tahsin Paşa’ya nasıl geçtiniz?

Saatçi Hüsnü karakteri çok sevildi dizide. Zaten olaylar merkezde benim evimde geçiyordu. Baş rol oyuncusu benim yeğenim rolündeydi ve onu ben yetiştiriyordum. 22. bölüme gelmiştik sanırım, bir haber geldi, ‘sizi öldüreceğiz’ dediler. Dedim, “siz istiyordunuz Saatçi Hüsnü olmamı bir de seyirci çok sevdi karakteri, herkes Saatçi Hüsnü deyip duruyor, niye öldürüyorsunuz ki beni”. “Öldürüyoruz çünkü TRT'nin başka bir işi var, Payitaht Abdülhamit gibi çok daha büyük evsaflı bir işi var, orada da bir Tahsin Paşa karakteri var, sizi Tahsin Paşa yapacağız” dediler. Vay! Ben Abdülhamit'in kim olduğunu, ne olduğunu, Tahsin Paşa'nın kim olduğunu zaten biliyordum. Gerçekten güçlü bir okuma serüvenim var çocukluğumdan itibaren. Birçok insan Tahsin Paşa'nın kim olduğunu bilmiyordu dizi yayınlanıncaya kadar. Belki 'Tahsin Paşa'nın Hatıratları' isimli kitabı akademisyenler okumuş olabilirler, okumuşlardır. Çünkü Abdülhamit Han Hazretleri ile alakalı çalışma yapacak olanların akademik çalışmalarda mutlaka başvurdukları eser 'Tahsin Paşa'nın Hatıratları'ydı. Yıllar önce gazetelerde tefrika olarak yayınlanıp sonra kitaplaştırılan ama çok az insanın okuduğu, kitap olarak basıldıktan sonra da okuma sayısı çok az olan bir kitaptı ama ben okumuştum. O zamanlar benim çok ilgimi çekmişti Tahsin Paşa. Gölgede kalmış karakterleri çok önemsiyorum. Önemlidir, ana karakterden ziyade arkada duran ama her şeyi fotoğraflayan, gören bir üst akıl gibi… Bu karakterler beni hep heyecanlandırmıştır. “Saatçi Hüsnü çok güzel olduğu için öldürüyoruz” dediler. “İyi”, dedim, “öldürün o zaman”. Beni vurdular. Ben 'Eşhedü Enla İlahe İllallah' diyerek son nefesimi verdim, saatçi dükkanıma bakarak. Bir gece çekmiştik çok da soğuktu saatlerce yerde kalmıştım. Ertesi gün kafamda fes, 'Hünkarım' diyen bir Tahsin Paşa olarak İzmit'te, sette yerimi aldım ve muhteşem bir serüven başladı. Baştan Tahsin Paşa'yı o kadar güçlü kurguladılar mı, bilmiyorum. Bunu konuşma ihtiyacı da hissetmedim. Ben şuna inanırım, oyuncular kendi rollerini kendileri yazdırırlar oyunlarıyla. Öyle bir performans ortaya koyarsınız ki, bu senaristi heyecanlandır, yapımcıları heyecanlandırır. Eğer o karakter seyirciye ulaşıyorsa seyirci sizi kabullenir ve giderek karakter büyür. Tahsin Paşa karakteri biraz da böyle oldu.

Karşınızda Cihan Padişahı olduğundan konuşma rolü az ve mimikler de ön planda. Bu ciddi oyunculuk kabiliyeti isteyen bir durum ama sanki oynamadınız yaşadınız. Nasıl oldu bu?

Doğru. Bir manada yaşadım. Tüylerim diken diken ola ola oynadım ben o rolü. Çok değerli yönetmenlerle çalıştım. İlk yönetmenimiz Serdar Akar Bey idi, Türkiye'nin önemli yönetmenlerinden. Bir gün bana şunu sormuştu, “Alın kaslarını nasıl kullanıyorsun, bunu sana kim öğretti”. İlk kez duyduğum bir şey. “Anlayamadım hocam” dedim. “Normalde insanlar yüz mimiklerinin bir kısmını kullanırlar, tiyatrocular daha fazla kullanır ama en zor kısmı alın kasıdır ki, sen inanılmaz kullanıyorsun, bu Amerika'da falan oyunculuk eğitimi alanlarda olabilecek bir şey, öğretilebilen bir şey, bunu sana kim öğretti?” dedi. “Hocam ne söylediğinizi tam manasıyla kavrayamıyorum bana şu an alın kasını kullan deseniz ne yapacağımı bilmiyorum. Ben sadece karşımdakinin repliğini dinliyorum. Sadece dinlemiyorum onu hissediyorum, yaşıyorum. O repliğin içeriği neyse yüzüm o şekli alıyor sanırım” dedim. “E, sen en doğru şeyi yapıyorsun zaten” dedi. Oynadığım karakterleri çok sevmiştim, Abdülhamit karakterini zaten çok severim. Bir de o karakteri canlandıran Bülent İnal Bey ile aramızda güzel bir hukuk gelişmişti. Eşimden daha çok görüyordum, her gün setim oluyordu ve birbirimizi anlıyorduk ve hissediyorduk. Sanırım ben onun oyununu köpürtüyordum o da benim oyunumu köpürtüyordu. Bu karşılıklı oyunculuklar enerji transferiyle de alakalıdır. Ve bütün dünyanın heyecanla izlediği hatta suya atılan taş gibi dünyanın başka coğrafyalarında yeniden izlenmeye, sıfırdan izlenmeye başlıyor ve görüyorum ki sadece Anadolu coğrafyasından refleks almadım ben bu karakterle alakalı. Dünyanın pek çok coğrafyasında, nerede izleniyorsa aynı refleksi alıyorum. Ben normal kıyafetimle Filistin'i ziyaret ettiğimde Mescid-i Aksa'ya yürürken küçücük Filistinli bir kız çocuğunun avaz avaz 'Tahsin Paşa'm, Tahsin Paşa'm!' diye bağırıp gelip bana sarılmasını bir ödül olarak kabul ediyorum. Dünyanın pek çok coğrafyasında karşılığımın olduğunu biliyorum çünkü ben gerçek bir şey yaptım, ben inandığım bir karakteri oynadım, bunun bir sorumluluk, bir yükümlülük olduğuna inandım.

GEÇ KALMIŞIM DEME LÜKSÜM YOK, HİKAYEM BÖYLE YAZILMIŞ

48 yaşında ilk kitabınızı yazıyor, 55 yaşında oyunculuğa giriş yapıyorsunuz. Kendinizi geç kalmış hissediyor musunuz, ‘tam zamanıydı’ mı diyorsunuz?

Bütün kainatın sahibi Allah, sizin için ne yazdıysa o yazılanı oynuyorsunuz. Buradan baktığınız zaman ‘tüh geç kalmışım’ deme lüksünüz yok. Sizin için hikaye böyle yazılmış. Buradan baktığımda ben hiç pişmanlık yaşamadım. Hayatım boyunca keşke demeyi seven bir adam olmadım. Ben hazırlanmışım. Öyle düşünüyorum. Evet, belki erken yaşlarda bu imkanlara kavuşsaydım böyle olur muydu, böyle düşünür müydüm, bilmiyorum ama yaşadıklarım, okuduklarım, seyahatlerim, başımdan geçen hadiseler, heybemde yaptığım meslekler… Siz, doğru bir şey yapın. Güzel bir şey ortaya koyun, insanlara kendinizi beğendirmek için mücadele etmeyin. Bütün kainatın sahibi sizi sevsin. Bütün kainatın sahibi sizi severse zaten O, sizi başkalarına sevdirir. Buna inanıyorum.

Seyahatlerinize gelirsek... Manisa'da avukatlık yapan bir insan neden bu kadar çok ve farklı ülkeye gider?

Yaşadığım gezegeni, yaşadığım gezegendeki insanları, yaşadığım gezegendeki insanların inançlarını ve onların sosyal hayatlarını hep merak ettim. Bunlar turist gibi geziler değil çoğu. Tek yaptığım gezilerden birisinde, sırtımda cellabiye, ayağımda terlik, fisebilillah Mısır’ın Luksor'unda sokaklarda dolaşırken, oradaki fisebilillah dediğimiz yoksul, pirifani insanların bir naylon torbaya bir parça pilav alıp sokağın kaldırımında oturup o pilavın naylonunu yırtıp yanında da ben oturmak vasıtasıyla o pilavı paylaştık biz. Ben ona dokundum, onun gözünün içine baktım, onu hissettim. Luksor'un tozlu yollarında cellabiyelerimiz toza bulandı, hiç önemli değil. Tuvaletlerde abdest aldım. Garipti ama çok besleyiciydi. Mekke'den Medine'ye hicretin ne olduğu konusunda pek çok kitap okudum. Okumanın yetmediğini anladım. Empati yapmanın gücüne inandığım için Suudi Arabistan'da, Medine'de, bir vatandaşın kapısını çaldım ve ona dedim ki: “Ben senin misafirinim. Ben muhacirim, bana bir parça yer aç.” Ramazandı, bütün derdim ramazanda efendimizin yanına ziyarete gitmek. Ravza-i Mutahhara'nın çok uzağında bir evdi. Adam bana baktı ve evindeki hizmetçilerin odasının yanında bir yatak verdiler bana. Yanlış yapmışım, elimde çok kaliteli bir valiz vardı. Adam bir valize baktı, bir bana baktı, bir gariplik hissetti ama yer verdi. Allah'a söz verdim, dedim ki, hiç yemek yemeyeceğim. Oruç olacağım. Orucu açma vaktinde Ravza'da önüme ne gelirse onunla yetineceğim, sana teslimim. Motorlu araç kullanmayacağım, yürüyeceğim, ne kadar sıcak olursa olsun. Vaktimin büyük bir kısmını Ravza'da geçireceğim. Adam beni fisebilillah zannetti ama bir sıkıntı olduğunu anladı. Yayan yürüyordum, güneşin sıcağında. Güneşi hissetmek için. Muhacir olmanın ne demek olduğunu anlamak için. Ensar. Muhacir. Ben avukattım, param vardı, statüm vardı, Türkiye'de iyi bir noktadaydım ama orada ‘hiç’ olmayı seçmiştim ve onun nasıl bir duygu olduğunu, birine sığınmanın ne demek olduğunu hissetmem gerekiyordu. 22 defa umre, 2 defa hac yapmayı Allah bana nasip etti. Aldığım en güçlü duygu o zamandı. Nihayetinde ayrılmam gerektiği zaman da adamı karşıma aldım dedim ki: “Ben şuyum, ben buyum. Evet, ailemle geldiğimde 5 yıldızlı otelde kalıyorum.” Ailemle geldiğimde ne kadar para harcarsam öyle bir parayla gittim sarrafa. Benden sonra, ramazandan sonra oğlu evlenecekti, ona çok şık bir bilezik aldım. Dedim, “Ben düğüne kalamayacağım ama siz evladınızı evlendireceksiniz. Bunu ne olur hediye kabul edin. Ben bir şeyi kendime imtihan etmek için bunu yaptım”. Adam ağlamaya başladı hüngür hüngür. Ravza'da ya da Kabe'de uyuduğum oluyordu, halıya sarıyordum kendimi. Tuvaletlerde abdest aldığım oluyordu çünkü ben fisebilillahın ne demek olduğunu yaşamak istiyordum. Bu seyahatler tamamen kendimi keşfetmek, coğrafyaları keşfetmek, insanları anlamak, kendi açmazlarımı anlamak ve çözmek içindi. İyi ki de yapmışım.

Nuriye Çakmak Çelik, Bahadır Yenişehirlioğlu / GZT Röportaj
Nuriye Çakmak Çelik, Bahadır Yenişehirlioğlu / GZT Röportaj

Benim sorularım buraya kadardı. Eklemek istediğiniz bir şey mı?

Programınıza gelmeden önce şöyle bir baktım, zaten haberdarım da. Çok değerli insanları, şahsiyetleri ağırlamışsınız. Bir de samimi bir program bu. Biraz da sizden kaynaklı sanırım. Sizin enerjinizle alakalı. Güzel sohbet ettik. Ağladık, güldük. Neysek onu gösterdik. Yara açan değil, yara saran insanların peşinde olalım vesselam.