Son Dokunuş

“Şimdi ne yapacaksın?” diye sordum ilgisizce. “Son dokunuşumu yapacağım,” dedi.
“Şimdi ne yapacaksın?” diye sordum ilgisizce. “Son dokunuşumu yapacağım,” dedi.

Bir süre sonra uykularım normale döndüğünden, delirdiğimi zannetmeme neden olan o kızı görmez oldum ama bir gün, bir lületaşını insan suretine sokmaya çalışırken aklıma garip çoban geldi ve taş elimden düşüverdi.

Cengiz

Bu hikâyedeki kurban benim.

Bir yıl önce, bıyıkları daha yeni yeni terleyen on altı yaşındaki bu kimsesizi çıraklığa kabul ettiğimde “Lületaşı efsanesindeki çobanı bilirsin,” demiştim. Korkarak kafa sallamıştı o da, ne yalan söyleyeyim, benden öyle çekinmesi hoşuma gitmişti. Bu yaşıma kadar kazandığım takdirin su götürmezliğinin verdiği güvenle devam etmiştim “Ben efsanelere inanmam,” diye. “Benim için o efsane, eline geçen fırsatı kullanamayan bir beceriksizin sonunu, insanın aklına mükemmelen çaktığı için değerlidir. Ben araştırmaya, çalışmaya, sanatına kendini adamaya inanırım. Doğru kararların insanı abat ettiğine inanırım. Zaten hayatta inanabileceğin çok fazla şey de yoktur aslında.”

Ardından işaret parmağımı karşımda yaprak gibi titreyen Yavuz’a doğrultarak “Sen de kararını bugünden vermelisin,” demiştim. “Eline geçen fırsatı değerlendiremediği için akılsız pişmanlığıyla hareket edip cavlağı çeken isimsiz, acınası garip çoban mı olacaksın yoksa lületaşını ortaya çıkarıp işleyerek para kazanan, aklı başında, şöhret sahibi bir usta mı?”

Daha o an anlamıştım. Ölesiye korkuyordu bu köydeki diğer on çırağın akıbetini paylaşarak bir senenin sonunda kapı dışarı edilmekten.

Yavuz

Bu hikâyedeki kurban benim.

Buraya kapağı atınca hayatımın kurtulduğunu, artık elime bir altın bilezik geçireceğimi sanmıştım ama ne gezer. Ustam beni ayak işlerine koşmaktan, arada taşların, bıçakların ismini gönülsüzce söylemekten ve laf olsun diye sormaktan başka bir şey yapmıyordu. Buna rağmen bir senenin sonunda, beğeneceği bir eser koymamı istiyordu önüne. Gözümü açmazsam su gibi geçecek bir senenin ardından dışarıdaki, oradan oraya sürüklenmekten ibaret hayatıma geri dönmem kaçınılmazdı.

Bunu kavrayınca -yaklaşık çıraklığa başladıktan bir ay sonra- daha dikkatli takip etmeye başladım ustamı. O zaman önceden fark etmediğim bazı kusurları çarptı gözüme. Bir kere, kasabadan gelen çeşitli misafirlerine verdiği, geç vakitlere kadar süren ziyafetler nedeniyle sabahları çoğunlukla geç kalkıyordu. Ağır bir akşamdan kalmalık siniyordu tüm hareketlerine. Elleri daha bir titriyordu o günlerde. Gözleri desen, artık yakını pek iyi görmüyordu. Gözlük de takmıyordu inadına. Atölyede geçirdiği zaman ise yarım günü ancak buluyordu. Bütün bunları sıraladıktan sonra akıl sır erdiremiyordum çevremdeki kusursuz bibloların, pipoların, satranç takımlarının ve çeşit çeşit başka bir sürü eserin bu adamın elinden nasıl çıkabildiğine.

Bu soruyu cevaplamak için, sonraki üç hafta boyunca ustamın her çalışmasını titizlikle izledim. Ustam, kabaca şekil verdikten sonra taşı bir kenara bırakıyordu. Birkaç gün sonra, özenilmeden yontulup kenara konulan taşın işlenişinin tertemiz bir işçilikle çoktan sonlandırıldığını görüyordum. Geriye, pek de ustalık gerektirmeyen, balmumuna batırma işlemi kalıyordu.

En sonunda bir gün, taşın işlenişini başından sonuna kadar göstermesi için yalvardım. Ustam, zevk aldığı hissedilen gaddarlığıyla “Her ustanın alametifarikası olan ve sırrını kimseye söylemediği bir son dokunuşu vardır,” dedi. “Bunu sen kendin bulmalısın.”

Bu sözle huzurlu uykularım, atlara binip çok uzaklara gitti. Geceleri ustamın evinin karşısındaki kulübemin penceresinin önünde dikilip imrenerek evi seyretmeye başladım. O anlarda sanki hiç olmadığı kadar düzenli işliyordu zihnim. Geniş bahçeye yayılan iki katlı, görkemli ev, civardan lüks arabalarla gelen yakışıklı beyler, güzel hanımlar zalim bir ısrarla, geleceğim hakkında düşünmeye zorluyordu beni.

Ben böyle kara kara düşünürken ustamdan habersiz girdiğim, atölyenin devamındaki kütüphanede -atölye ve kütüphane evin yanındaydı, eve bir kere bile girememiştim- bulduğum kitaplar, bir kıvılcım çaktırdı zihnimde. Burada yoluna baş koyduğum sanat hakkında bir sürü kitap vardı ve bu kitaplar bana layıkıyla ustalık yapabilirdi.

Gündüzleri ayak işlerine bakarken geceleri kitaplardaki ustaların rahle-i tedrisinden geçmeye adadım kendimi. O kadar uykusuz kalıyordum ki bir ayın sonunda geceleri rüyalarla gerçekleri karıştırmaya başladım.

Nadiren tadı damağımda kalan rüyalar görsem de genelde kâbuslar misafir oluyordu odama. Gördüğüm en acayip rüya ise ustamın koyu bir karanlığa hapsolan evinin kapısının açılması ve evden uzun boylu, sarı saçlı bir kızın çıkmasıyla başlıyordu.

Birkaç kere rüyanın sadece bu kısmını görmüş, her zaman yaptığım gibi silkinerek uyanmayı denediğimde ise başarısız olmuştum. Devam eden rüyalarda kendimi sakınarak kalkıp kızın peşinden gittim ve kızın evin arkasındaki kocaman bir ağacın ardında ağlar gibi konuştuğunu duydum. Bölük pörçük duyabildiğim kadarıyla kız ustamdan dert yanıyor; onu aldattığını, isteklerini yerine getirmesi için kendisine türlü işkenceler yaptığını ileri sürüyordu. Yine bu yakınmalardan birinde daha önce söylediklerini pek anlamadığım boğuk sesin “Yapman gerekeni biliyorsun,” dediğini duydum. Güzel kız ise derin bir iç geçirerek “Yapamam.” diye karşılık verdi.

Rüyamın devamında kız eve dönüyor, ben de kızın konuştuğu kişiyi görmek için, dikkati elden bırakmayarak ağacın öte tarafına geçiyordum ama her seferinde etrafta kimsecikler olmuyordu.

Baştan aklımı kaybettiğimi düşündüm ve çok korktum. Birkaç gün, tüm çalışmalarımı bırakarak evirip çevirdim gördüklerimi. Rüyayı gece geç vakitlerde, ustam evde olmadığında görüyordum. Bunun bir rüya olduğunu mırıldanıp durarak silkinmeme, hatta kendimi çimdiklememe rağmen uyanamıyor ve en garibi de kızın peşinden gittiğimde adımlarımın çıtırtısını, rüzgârın uğultusunu, yabani hayvanların uzaklardan gelen, huzursuz edici ulumalarını duyuyor, hırpalayıcı soğuğu iliklerime kadar hissediyordum.

Bu, diğerleri gibi ne zaman uykuya daldığımı fark edemediğimden gerçek sandığım bir rüya ya da kâbus değildi. Ya uyanıkken hayal görmeye başlamıştım ya da gördüklerim gerçekti.

Ne yazık ki bu acayip durumu uzun uzadıya düşünecek vaktim de, kızın karşısına çıkacak cesaretim de yoktu. Ustamın verdiği mühletin yarısını tüketmiştim. Kitaplardaki ustalardan edindiğim bilgileri hayata geçirmem gerekiyordu artık. Gördüklerim hayalse en kötü ihtimalle zaman içinde delirir ve böylece sokakta kalmaktan duyduğum korkudan da kurtulurdum. Gerçekse sorunun sahibi benden ziyade o zavallı kızcağızdı.

Atölyedeki tüm imkânları kullanarak uygulamaya koyuldum öğrendiklerimi. Ustam iade-i ziyaret için evden ayrıldığında lületaşlarından bıçaklara kadar tüm malzemeler emrime amadeydi. Onun beğenmeyip kenara ayırdığı lületaşlarını seçmem ve işim bitince etrafı güzelce temizlemem gerekiyordu sadece. İlk denemelerim beklediğim gibi sonuçlanmasa da zamanla çok ilerleme kaydettim ve meydana getireceğim eserle ustamın gözüne gireceğime iyiden iyiye inandım.

Bir süre sonra uykularım normale döndüğünden, delirdiğimi zannetmeme neden olan o kızı görmez oldum ama bir gün, bir lületaşını insan suretine sokmaya çalışırken aklıma garip çoban geldi ve taş elimden düşüverdi.

Ayak seslerinden anladım ustamın atölyeye yaklaştığını. Bu sanatın bir senede öğrenilebilecek tüm inceliklerini kavradığıma kendimi inandırmak isteğiyle bakındım etrafıma. Ustamın, ünü sağır sultanca duyulan elleriyle şekillendirmek için civardaki tüccarlardan getirttiği en işlenesi lületaşları, aldı gözlerimi. Bu taşlar, boyutlarına göre -artık tek tek sayabileceğim- ayrı isimlere sahipti. Bilmeyen hepsine lületaşı der geçerdi. Hangi taştan nasıl bir eserin çıkarılabileceğini kestirmek zaten başlı başına bir hünerdi. Her biri ustamın elinden çıkmış, farklı adlara sahip bıçaklar hakkındaki bilgimi hesaba katmıyordum bile.

Ben ustamın masasının solundaki duvara yaslı, çeşitli malzemelerin konduğu büyük dolabın aralık duran kapağını kontrol ederken; ustam alışılmış sabah yorgunluğuyla, ağır ağır girdi içeri.

Cengiz

Masanın önündeki sandalyelerden birine oturdum. Elinde kutuyla ayakta bekleyen Yavuz’a da oturmasını işaret ettim. Ardından “Bir yıl bugün doldu Yavuz,” dedim tören ciddiyetiyle. “Şimdi hesap zamanı. Göster bakalım bir yıl boyunca öğrendiklerinle meydana getirdiğin eseri.”

Titreyen elleriyle kutuyu açarak uzattı. Kutuyu aldım, masanın üstüne koydum, içindeki nesneyi çıkardım. Bu, başı uzun saçlı, büyük gözlü, çift gamzeli, güzel bir kız sureti şeklinde yontulmuş, işçiliği kusursuz bir zarf açacağıydı.

Bir an için inanmazlıkla açılan gözlerimi hemen dizginledim ve zarf açacağını yüzüme iyice yaklaştırdı. Elimi üzerinde gezdirerek pürüzsüzlüğünü inceledim. Kızın saçlarının kıvrımlarına, insanı izleyen gözlerine, gamzelerini ortaya çıkaran gülümsemesine, yüzündeki bilmiş ifadeye ve en çok da bana tanıdık gelmesine şaştım kaldım. Ardından “Ben zarf açacağı yaptığımda, sadece başını lületaşından yaparım, bilirsin,” dedim. “Kesici kısmı huş ağacından yaparım ki sağlam olsun.”

Yavuz “Bir kere işe yarasın, yeter,” diye homurdandı. Beklediği övgü gelmediğinden bozulmuş gibiydi. Gözlerimi suratına mıhlayınca yalvarırcasına “Kimsesizin tekiyim usta,” dedi. “Bana kim, neden mektup göndersin? İçimden geldi yaptım işte. Beğendin mi?”

Tekrar evirip çevirdim zarf açacağını. Doğru dürüst hiçbir şey öğretmediğim bu çırak, bir yılda nasıl böyle bir zarf açacağı yapabilirdi? Kız birazdan dile gelecek kadar sahiciydi. Hem baş, bu gerçekçiliğine rağmen açacağın ince uzun, keskin kısmının boyutuyla orantısız da değildi. Hüner isterdi böyle küçük bir alanda bu gerçekçiliği yakalamak. Doğrusu, çocuk iyi iş çıkarmıştı. İncelikli bir eğitim alırsa ünü benimkini bile geçebilirdi zamanla. Evet, kesinlikle geçerdi.

Zarf açacağını umursamazca masanın üstüne atarken inandırıcı olmaya çalışarak “Yeterince iyi değil,” dedim. “Ne yazık ki beğenmedim. Bir şeyler eksik, belki de öğrenmek için bana yalvardığın o son dokunuş.”

Kalbine hançer saplanmış gibi sallandı. Kahkaha atasım geldi zavallılığını görünce. Ardından başını salladı teslimiyetle. Ayağa kalktı, masanın üstünden zarf açacağını aldı, açacağın başına kondurduğu güzel yüze şöyle bir baktı.

“Şimdi ne yapacaksın?” diye sordum ilgisizce. Bu acıklı merasimden sıkılmıştım. Başını kaldırdı, kimsenin hatırlamak istemeyeceği, tekinsiz bir gülümsemeyle “Son dokunuşumu yapacağım,” dedi ve zarf açacağını boynuma sapladı.

Demiştim ya, bu hikâyedeki kurban benim.

Kız

Bu hikâyedeki kurban benim.

Cengiz, eli boynunda, kıvranarak geçen birkaç dakikanın ardından bilincini kaybederek düştü sandalyeden. Yavuz’un beni sakladığı dolaptan çıktım. Gözleri kapalı, hareketsiz yatan Cengiz’in yanına çömeldim, başını okşadım. Bana yaptığı onca şeye rağmen gözlerim nemlenmişti, Yavuz ise ustasına taş çıkartacak kadar umursuzdu.

“Sevmiştim onu,” diye inledim. “Senin gibi kimsesiz bir çobanken buldu beni. Âşık oldum ona. Hayat boyu yeryüzünde, yanında kalabilmek için bir lületaşıyla kanımı akıtarak bağlılığımı ilan ettim. Onu hayatım hakkında söz sahibi yaptım. Artık yarı ölümlüydüm, yaşlanmıyordum ama ellerindeydi yaşamım. Tek sözüyle yok olabilirdim. Bir düşün, o kadar âşıktım...”

Ayağa kalktım, dudaklarım titriyordu, engel olamıyordum. “Efsaneyi biliyordu, hem de yıllardır özenle saklanan karanlık tarafıyla. Bir lületaşı perisinin, lületaşları üzerindeki gücünü biliyordu. Beni aldattı, hiç sevmedi, sihrimle benzersiz kıldığım o lületaşlarını sevdi sevdiyse. Ünü, parayı, birbirinden iğrenç onlarca kadını sevdi. Beni sevmedi. Eve birileri geleceğinde üst kattaki odaya kilitlerdi beni, utanılası bir mahlûkmuşum gibi.”

Durdum, derin bir iç geçirdim ve “Yıllarca, evin arkasındaki ağacın altındaki deliğe gelen köstebekle dertleştim,” diye devam ettim. “Cengiz’in peşinde sürüklendiğim üçüncü duraktı bu ev. Köstebek her seferinde buldu beni. Cengiz’den kurtulup evime dönmemin tek yolunun, sihrimin değdiği bir lületaşıyla onu öldürmek olduğunu hatırlattı defalarca. Yapamadım. O kadar insan değildim, birinin canına kıyacak kadar.”

Gözlerimden yaşlar süzülürken “Sonunda sen geldin,” dedim. “Teşekkür ederim.”

Yavuz başını salladı düşünceli düşünceli, bir şey demeden, hayranlıkla bana baktı bir süre. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. Sonrasında çekinerek cebine attı elini, öylesine yaptığı başka bir zarf açacağı çıkardı. Bu, ancak kötü bir kopyası olabilirdi diğerinin. Söyleyeceklerini açacağa bakarak aklında toparlamaya çalışırken gözyaşlarımı sildim, hafifçe gülümsedim ve “Sanırım seninle kalmamı isteyeceksin,” dedim.

Sevinçle başını salladı. Kibar bir şekilde uzattı açacağı.

Yavuz

Bir yolunun olduğunu düşünmüş ama bu kadar kolay olacağını tahmin edememiştim.

“Yıllar yıllar önce köstebeğin biri, bir ağacın altında oturan çobanın ayaklarının dibine beyaz bir taş getirmiş yerin altından. Çoban almış taşı eline. Çakısıyla şekil verirken taş peri kızına dönüşerek ‘Kıydın bana insanoğlu,’ demiş. Bizim çoban da şaşkınlıkla düşürüvermiş taşı. Taş, köstebeğin açtığı delikte kaybolmuş. Bir zaman sonra köylüler çobanı, kazdığı bir çukurun içinde, elinde birkaç lületaşıyla cansız hâlde bulmuşlar. İşte o çobanın açtığı çukur ilk lületaşı kuyusu, köstebekse lületaşı ustalarının piriymiş.”

Bir ay önce, lületaşını insan suretine getirirken aklıma geliveren garip çobana teşekkür ettim içimden. Efsanedeki peri kızının gerçek olabileceği fikri şimşek gibi çakmıştı zihnimde o an. İki gün sonra, evde kimsenin olmadığı gece, bu sefer bile isteye kızı beklemiştim. Kız kapıdan çıkar çıkmaz önüne dikilip kendimi tanıtmış, onun bir peri olduğunu bildiğimi, ağacın altındaki yakınmalarına şans eseri kulak misafiri olduğumu, içimin parçalandığını, yardım etmek istediğimi söylemiştim.

Bana inanması biraz güç olsa da en sonunda kurtulması için tek çarenin ne olduğunu alabilmiştim ağzından ve ne yapabileceğimi o an kestiremesem de dün gece buluşmak üzere söz almıştım. Kız o günden sonra dışarı çıkmamıştı fakat dün gece, herhalde merakından her şeyi göze alarak buluşmuştu benle. Ben de planımı tüm incelikleriyle anlatmıştım.

İşte şimdi de yaptıklarımın mükâfatını alacaktım.

Kız bana şöyle bir baktı, gülümsemesi kaybolurken açacağı tutan elime sertçe vurdu. Açacak, ayaklarımın dibine düştü. Hiddetten kıpkırmızı olarak “Aferin, ustandan çok şey öğrenmişsin!” diye bağırdı. “Ama unutma ki ben de insanlık bahsinde onun çırağı sayılırım. Gözlerimin önünde, kılı kıpırdamadan cinayet işleyen birine güvenip hayatımı emanet edeceğimi mi sandın?”

Kız

Allak bullak olan Yavuz ne yapacağını bilemedi, dizlerinin üstüne çöktü çaresizlikle. Son mecaliyle “Senin için yaptım!” diye haykırdı. “Sen kurtul diye. Artık eziyet çekme diye. Şimdi beni bırakıp gidersen ne yaparım? Gel kaçalım, yeni bir hayat kuralım. Ömrüm boyunca seveyim seni.”

“Yeter!” diye çığlığa benzeyen bir haykırışla kestim yalvarışlarını. Sesim odayı çınlatmıştı. “Benimle konuştuktan sonra çok düşündüm. Bazı geceler, o ağacın altındayken izlendiğimi düşünür ama bir türlü emin olamazdım. Beni izleyen sendin. O perişan hâlimi aylar önce gördün ve hiçbir şey yapmadın,” dedim parmağımı sallayarak. “Sonra bir şekilde kim olduğum kafana dank etti, bu kez de işler yolunda gitmezse uygulamaya koyacağın bir plan olarak gördün beni. Cengiz kibrine mağlup olup seni kovmasa yine öldürecek miydin onu? Hiç sanmıyorum. O zaman ne yapacaktın kim bilir? İspiyonlayacaktın belki beni ya da ona karşı koz olarak kullanmaya çalışacaktın.”

Küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi. Biraz önce, bir yıldır ekmeğini yediği adamı gözünü kırpmadan öldüren o katilden eser yoktu. Hıçkırıklarının arasında “Senin için,” diyordu sadece. “Senin için.”

Aşka inancımın yıllar içinde eriyip yok olduğunu bilmeliydi. Demiştim ya, bu hikâyedeki kurban benim.

Yavuz

Titreye titreye ağladım, ağladım... Bir müddet sonra, hiçbir şey dememesinden yumuşadığını çıkardığım perinin yüzüne bakmak için kaldırdım başımı. Kız ortalarda yoktu. Beni bu harap halde bırakıp gitmişti. Hıçkırmayı, titremeyi, ağlamayı kestim bıçak gibi. Hınçla gözlerimi silerken “Kaltak!” diye haykırdım. “Şırfıntı, sürtük, aşağılık...”

Ayağa kalktım, ellerimi belime koyup etrafıma bakındım. Ustamın kanlar içindeki cesedine takıldı gözlerim. Hayır, o aptal efsanedeki garip çoban gibi olmayacaktı sonum.

Demiştim ya, bu hikâyedeki kurban benim ama kolay lokma olmayacağım. Sadece kafamı toplayıp biraz düşünmeliyim.

  • İtiraf etmek gerekirse, işin buralara geleceğini hiç ama hiç öngörememiştik. Şimdiye biz çoktan Post’u kapatmış olmalıydık. Hatta dergisizlikten sıkılmış yeni bir derginin planları yapıyor olmalıydık. İnsan gerçekten hayret ediyor. Demek ihtiyarlıyoruz, ihtiyarlıyorum. İstikrar ihtiyarlara daima gençlerden daha fazla yakışan bir şey olmuştur sonuçta. Yani evet ihtiyarladık, ihtiyarladım. O zaman, itiraf etmek gerekirse artık vaktinin geldiğini düşünüyorum: “Usta öykücü” diyeceksiniz bana bundan sonra! Usta öykücü, usta öykücü! (Buraya görkemli sütunlarla döşeli bir sarayın duvarlarında yankılar yapan yarı deli bir kahkaha gelecek!) (A.E)