Netflix’ten sonra öykü yazılabilir mi?

Netflix evreninin görkemi karşısında yazınsal ve tek boyutlu bir türden ibaret olan yazının yani öykünün bir şansı var mı?
Netflix evreninin görkemi karşısında yazınsal ve tek boyutlu bir türden ibaret olan yazının yani öykünün bir şansı var mı?

“Öyleyse ruhun hiç olmadığı kadar tükendiği, anlamın buharlaştığı “şimdi”de hikaye anlatmak, öykü yazmak, film çekmek mümkün mü?”

Bu soruyu ilk kim, kime sordu tam emin değilim. Cemal Şakar bana mı, ben Bülent Ayyıldız’a mı? Bülent Ayyıldız, Cemal Şakar’a mı? İnsana oyunlar oynamasıyla meşhur belleğe (kendi belleğime) güvenecek olursak ben Cemal Şakar’ın bir yazısından hareketle her zamanki tembelliğimle soruyu sorup kenara çekildim. Bülent Ayyıldız her zamanki çalışkanlığıyla kallavi bir yazı yazdı. Şimdi ben de daha fazla tembellik etmemek için bu soru etrafında gecikmiş bir yazıya niyetlendim. Sadece sorunun cevabını merak eden, “Ben ihtiyacım olanı uzatmadan alır giderim aga”cılara baştan cevap verelim: Elbette yazılabilir. Ben dahi az önce yazdım. Niteliği bilemeyiz ama niceliği, yoğunluğu hep değişse de uzun bir süre daha öykü yazılacak. Zaten sonuçta biri üç öteki tek boyutlu iki ayrı formdan bahsediyoruz, üstelik iyi tarafından bakılırsa biri ötekini imha eden, gereksizleştiren, ortadan kaldıran değil bilakis besleyen, etkileyen türler söz konusu. Her aklı başında form (ne demekse) gibi.

Cevabını alanlar ayrılabilir, yola; ilk sorunun açtığı diğer sorulara yani az kullanılmış yan yollara sapmanın ilham verici olduğunu düşünenlerle devam edebiliriz. Öyle ya, yolcunun karakterini belirleyen yoldur: Yolu üstünde, gövdesini sarmaşıkların süslediği iri bir ağaç enkazıyla karşılaştığında kimi seyyah, onu bir şekilde yoldan kaldırmanın derdine düşer; kimi üzerinden atlayıp geçmeyi, kimi de o eski heybetli gövdeye sırtını yaslayıp kendisini göğün ve düşlerin ilhamına bırakmayı...

Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır,” diyerek aslında cevabı zor bir tespit-soru atmıştı ortaya.
Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır,” diyerek aslında cevabı zor bir tespit-soru atmıştı ortaya.

Auschwitz’de Ne Oldu?

Adorno, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi esir kamplarında yaşananların, tutsakların maruz kaldığı işkence ve cinayetlerin ardından “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır,” diyerek aslında cevabı zor bir tespit-soru atmıştı ortaya. Öyle ya sanat, bu sarsıcı, karanlık, kupkuru gerçeklik karşısında ne yapabilirdi? Kurbanı da celladı da insanlıktan çıkaran bu buharlaşma halinden nasıl bir anlam üretilebilirdi? (“Kurbanın da celladın da insanlıktan çıkmış olduğu” tespiti bizzat Auschwitz tanıklarına ait. Bu konuda pek çok kaynak mevcut. Benim kaynağım, Giorgio Agamben’in Tanık ve Arşiv kitabı.)

Sanat, ne böyle bir gerçeklik karşısında bir onarma vazifesi görebilir ne de yaşananların unutulmasına yardımcı olabilirdi. Şöyle der Adorno: “Dipçiklerle dövülen insanların hissettiği katıksız bedensel acının ‘sanatsal’ temsili, uzaktan uzağa da olsa, o acıdan haz devşirmeyi sağlama gücünü içerir. Bu sanattan çıkarılacak ders -bir an için bile olsa unutmamak gerektiği- kendi karşıtının uçurumuna sürüklenir. Üsluplaştırma yönündeki estetik ilke, hatta koronun vakur duası bile, tasavvur edilemez bir sonun sanki bir anlamı varmış gibi görünmesine yol açar; o sonu başkalaştırır, dehşetini hafifletir. Sırf bu bile, kurbanlara haksızlıktır; ama kurbanları başından savmaya çalışan hiçbir sanat, adalet talepleriyle de yüzleşememiştir. Umutsuzluğun sedasında bile iğrenç bir olumlamanın izleri görülür. Daha düşük nitelikli eserler de, geçmişe sünger çekmeye yardımcı olduklarından seve seve sindirilir.”

İlk akla gelen soru hepimiz için şu elbette: Kan ve ölümle dolu insanlık tarihi boyunca hangi büyük acı, hangi kıyım ötekilerden daha hafiftir ki? Auschwitz’de olanlar kendinden öncekilerden nasıl ayırılıyor? Bir bebeğin ölümü, yüzlerce çocuğun ölümü, tecavüzler, adaletsizlikler, dayak, cinayet yeni mi keşfedildi? Şüphesiz hayır, Auschwitz ne ilkti ne de son oldu.

Öte yandan Susan Neaman’ın Levinas’a gönderme yaparak kurduğu şu bağlantı dikkate değer: “Dar anlamıyla teodise, dünyanın kötülükleri karşısında, inananların Tanrı’ya inançlarını korumalarını sağlar. Geniş anlamıyla ise, kötülüğe, umutsuzluğa karşı durmamıza yardım eden herhangi bir anlam verme yoludur. Teodise’ler, kötülükleri dünyada varolmamızı sürdürmemizi sağlayan yapılar içine yerleştirir. İdeal olarak gelecekteki kötülükleri önlememiz için bize yön verirken geçmiştekilerle uzlaştırmalıdır. Levinas’a göre; XX. Yüzyılda ortaya çıkan kötülük biçimleri, modern bilincin karşılayamayacağı taleplerde bulunuyordu.”

Bu yüzyılı öncekilerden ayıran şeyi bulduk sanırım. Nedir? İnsanın kendi zalimlik rekorunu kırmış olması. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan kötülükler karşısında artık insanlığın kolektif akıl sağlığını koruyan ortak muhayyilesi işlemez hale gelmiştir. Bir nevi koruyucu bilinç altının iflası. Bir kişinin oturduğu yerden bir düğmeye basıp yüzbinlerce kişinin ölümüne sebep oluşu sonrası travmayı artık hiçbir hikaye hiçbir şiir tamir edemez Adorno’ya göre. Modern insan, Polonya’da ve elbette Hiroşima’da olanlardan sonra artık kendine ve insanlığa olan inancını tamamen kaybetmiştir. Seküler bir zihnin bile şiir yazmak için, inanca ve umuda ihtiyacı vardır. Oysa insan, tarih boyunca ilk defa –üstelik kendi icat ettiği kötülük- karşısında çaresizdir. Yani “yazılamaz” vurgularının altında yatan, salt cinayet, salt işkence değil, insanın kendisini dönüştürdüğü şey karşısında yaşadığı afallama, ontolojik bir yutkunuş ve geri çekilme halidir.

Dünya savaşlarını, geçtiğimiz yüz yıllarda yaşanan olanca katliamı yaya bırakacak başka bir çukurun içindeyiz.
Dünya savaşlarını, geçtiğimiz yüz yıllarda yaşanan olanca katliamı yaya bırakacak başka bir çukurun içindeyiz.

Şiirsiz Toplum mu?

Elbette bütün karamsar kehanetlere rağmen şiir yazılmaya, bir kısım sanatçılar bir kısım insan bütün insanlık adına umut etmeye ve inanmaya devam etti, ediyor, ediyoruz.

Bugün görünüşte kansız, görünüşte güvenlikli (elbette bu bile daha çok beyaz tenli Avrupalılar için geçerli bir genelleme), refah ve iletişime boğulmuş hayatlar yaşıyoruz. Ama hayatımızdan anlamın çekilmesine sebep olan yepyeni bir çamura bulanmayı başardık; dünya savaşlarını, geçtiğimiz yüz yıllarda yaşanan olanca katliamı yaya bırakacak başka bir çukurun içindeyiz. Byung Chul Han, bugünün toplumunu “Şeffaflık Toplumu” olarak nitelendiriyor. Aynı isimli kitabında gündelik hayattan, siyasete bütün hayata egemen olan şeffaflık talebinin gitgide nasıl bir şiddete yol açtığını, bütünüyle ışıklandırılmış toplumun bir çeşit ruhsal tükenişe sürükleneceğini iddia ediyor. (Evlerimizi önce süsleyen sonra işgal eden o IKEA aydınlığının altında bir bit yeniği olduğunu sadece ben düşünmüyordum değil mi?) Çünkü şeffaflık, mahremiyetin yitimidir, çünkü “görme alanında boşluk bırakmayan aşk pornografidir” çünkü bilgide boşluk bırakmayan düşünme, bozularak hesaplamaya dönüşür; çünkü hakikat yolculuğu da, hikâye anlatısı da, şiir de çıplaklık derecesinde bir aleniyete değil mahremiyete ihtiyaç duyar. “Kutsal olan şeffaf değildir.” Esasen şiir, hikâye, hakikat, düşünce, anlam tam da mahremiyetle aleniyet arasındaki o sonsuz gerilimden doğar.

Velhasıl kelam bu yeni insan “için artık öteki yoktur, onun ötekisi yine kendisidir, dost da düşman da kendisidir. Sınırsızlık aynı zamanda yönsüzlük, menzilsizlik; bir vadide şaşkın şaşkın, başıboş bir şekilde gezinmek demektir. Kaybolmak böyle bir şeydir.” (Cemal Şakar, Eşiği Aşındıran Dijital Özne yazısı)

Öyleyse ruhun hiç olmadığı kadar tükendiği, anlamın buharlaştığı “şimdi”de hikâye anlatmak, öykü yazmak, film çekmek mümkün mü? Daha da önemlisi bu eylemin bir anlamı var mı? Hâlâ hızlı cevap isteyenler varsa geliyor: İnanıyorum öyleyse varım. Ama bilmiyorum.

Netflix’te kendimizi kaptırıp izlediğimiz hikâyeler dahi son tahlilde bütün fazlalıklarından arındırıldığında o büyük hikâyenin, ölümsüz arketiplerin izlerini taşıyorlar sonuç olarak.
Netflix’te kendimizi kaptırıp izlediğimiz hikâyeler dahi son tahlilde bütün fazlalıklarından arındırıldığında o büyük hikâyenin, ölümsüz arketiplerin izlerini taşıyorlar sonuç olarak.

Bildiğim şu ki toplum neyse hikâyeci de ona dönüşüyor. Ve düşünmeyi tamamen bırakıp hesap makinelerine, bilgisayarlara, robot insanlara dönüşmediğimiz sürece hikâyeler yazılmaya anlatılmaya, şiirler söylenmeye devam edecek.

Çünkü enformasyonun, şeffaflığın, teşhirin, şimdi ve burada’nın peşine takılmış sürükleniyor gibi görünse de insanın özünde gizli bir cevher olarak büyük hikâyeler cirit atmaya devam ediyor. İnsan, özünde ve en temelde anlam arayan; anlamı hikâyeyle arayan mahluktur. Bütün bir şeffaflaşma toplumunu temsil eden Netflix’te kendimizi kaptırıp izlediğimiz hikâyeler dahi son tahlilde bütün fazlalıklarından arındırıldığında o büyük hikâyenin, ölümsüz arketiplerin izlerini taşıyorlar sonuç olarak.

Son on yılda çarpıtılarak da olsa mitik kahramanların, fantastiğin, -süper- kahraman anlatılarının roman, sinema, dizilerde aşırı artmasının sebebini içgüdüsel bir arayış ve bir çeşit yarma harekatı olarak görüyorum. (Elbette ayrı bir yazının konusu olsa da tam burada Karen Armstrong’un gayet yerinde sorusu gündeme geliyor: Peki, ama dindışı bir roman, tanrıları ve tanrıçalarıyla geleneksel mitin yerini doldurabilir mi?)

Ama Diziler Çok Güzel

Bu yazının hareket noktası olan sorunun bir başlığı daha var; o da Netflix evreninin görkemi karşısında yazınsal ve tek boyutlu bir türden ibaret olan yazının yani öykünün bir şansı var mı? Yani görsellik harikası, iyi kurgulanmış dizi ve filmler dururken insan hâlâ öykü okumaya devam eder mi? Daha da açık söyleyecek olursak West World, Game Of Thrones, Doctor Who gibi dizilerin yapıldığı bu zaman diliminde hâlâ metinsel oyunlarla, çeşitli üslup denemeleriyle okurdan öyküyü tercih etmesini ne cüretle bekleyebiliriz?

Televizyon, Hollwood tarafından yeniden icat edildiği andan itibaren yazı ve görsellik arasındaki rekabet sürüyor.
Televizyon, Hollwood tarafından yeniden icat edildiği andan itibaren yazı ve görsellik arasındaki rekabet sürüyor.

Bu yeni bir soru değil. Televizyon, Hollwood tarafından yeniden icat edildiği andan itibaren yazı ve görsellik arasındaki rekabet sürüyor. Bu yönüyle soru benim için bir şakadan ibaret. Başta da belirttiğim gibi hikâyenin mecraı olan iki ayrı formdan bahsediyoruz. Herhangi bir ekran vesilesiyle ve kağıt sayfalarda bir hikâyeye muhatap olmak arasında tercih yapma şansımız hep mümkün. İkisinin de karşılıkları ve yerleri henüz aynı.

Öte yandan gözden kaçırılmaması gereken, güçlü olan daima zayıf olanı belirler. Biz burada Netflix’i sadece bir simge olarak kullandık. Görülen o ki dijital bir ortam/medium içinde yaşıyoruz. Bütün sanat dalları gibi öykü de bu gelişmelerden etkileniyor, etkilenecek. İçinde yaşadığımız, bizi saran, değişip dönüştüren dijital zaman gerek yeni kelimeler ve işaretleriyle gerek yeni inşa ettiği dünyayla zihinlerimize ve öykülerimize sızacak. Bütün bu etkiler, başlangıçta muhafazakar edebiyatçı ve eleştirmenler tarafından gençlerin bir takım yaramazlıkları, şımarıklıkları olarak görülecek olsa da eninde sonunda kendi yerini açıp yerleşecek hatta kısa sürede kendi muhafazakarlarını dahi oluşturacaktır. Zamanın başlangıcından beri olduğu gibi. Çünkü değişimlerden bahsedip duran bu yazıya rağmen yeryüzünde bazı şeyler hiç değişmiyor.