Kameramı uzaklardan en yakınlara çevirdim

Müzeyyen Çelik
Müzeyyen Çelik

Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges'e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun "oyun", Tanpınar içinse pekâlâ "zaman" olabileceğini düşünüyoruz. Ya sizin? Sizce neden?

Müzeyyen Çelik:

İmgeler kısmından başlayacak olursak ben öykümün imgesel bir öykü olduğunu söyleyemem. Yani ben bir şey anlatmam gerekirken onun yerine başka bir kavramı kullanmıyorum. Öykülerimde bununla ilgili genel bir adet edindiğimi söyleyemem. Ancak şu var; imge kavramını bir zihin yansıması ya da düş olarak ele alırsak bu sefer bütün öykülerimin imgelerle dolu olduğunu söylemek de mümkün olabilir. Lakin kapalı ve şiirsel bir anlatımı henüz tercih etmediğim için yine de bunu kanıtlamam zor görünüyor. Bu şekilde birkaç öykü yazdım, daha doğrusu yazmayı denedim. Kitaplarımda da bunlara yer verdim ama tercihimi tahkiyenin ve kurmaca gerçekliğin ön planda olduğu öykülerden yana kullanıyorum. Her nedense bu tarz öykü anlatıcılığı bana daha içten geliyor. Anlatıda içtenliği tanır ve çok önemserim. Yazdığım, anlattığım benim sadece dilimden değil, gözlerimin en derininden ve ruhumdan düşmeli. Aksi takdirde ortaya çıkan mekaniklik beni rahatsız ediyor. Sözle yapılan sanat dünyanın en kadim sanatı. Bu yüzden sözü kullanmadaki ustalık içtenlikle öyle iç içe geçmeli ki gerçek sanat ortaya çıkabilsin. Bu yüzden mükemmel tekniktense içtenlik ve sade görünümlü derinlik öyküde en sevdiğim şeydir. Bunu yapmaya çalışıyorum.

Bir okuyucum öykülerimde "el"lerden çok bahsettiğimi söyledi. O söyleyene kadar bunun farkına varmamıştım. Sonra insanların ellerine baktığımı, ellerinden hareketle kişilikleri hakkında fikir yürüttüğümü fark ettim. Kafamda insanlar ve insanların elleriyle ilgili şablonlar oluşturmuşum. Bu da öykülerime yansımış. Bir kadının kocasına âşık olduğu dönemlerde kocasının kibar, nazik ellerinden bahsetmesi ve aynı kadının kocasının kendisine kalkan ellerini anlatırken kocasının ellerinin pençeye dönüşmesi bunun en somut örneklerindendi. Bir diğer okuyucum da benim öykülerimin bilinçaltında intihar düşüncesinin yattığını dile getirmişti. Buna da çok şaşırmıştım. Hayatımda, hayata sıkı sıkıya bağlı olmadığım dönemler olmuştu çünkü. Velhasıl sıkı bir okuyucunun gözünden bir şey kaçmıyormuş.

Öykümün bir diğer yanı lafı uzatmaması. Ben uzun betimlemelerin, duygusal benzetmelerin, gibi, gibi, gibi ve sankilerin, durmadan duygu ve durumları evirip çevirmelerin yazarı değilim. Bir atmosfer tasarlarım, onu kurgular, kişilerimi tasarlar ve yazarım. Son kitabımda genelde ev atmosferleri üzerinden duyguları aktarmaya çalıştım. Mesela evleri anlatırken evlerdeki atmosferi, kısa betimlemelerle yansıttım ve evlerde neler döndüğünü okuyucuya aktarmak istedim. Kişi olarak da kadınları tercih ettim ve olaylar, çatışmalar hep kadınların etrafında döndü. Dönsün istedim. Amacım arabeske kaçmak, acıdan beslenmek ve üçüncü sayfa yazarı olmak değildi. Herkesin gözünü kaçırdığı meselelere ayna tutmaktı. Zannedilir ki şiddet kenar mahallelerin, eğitim seviyesi düşük insanların meselesi. Öyle değildi ve ben bunu bir şekilde ifade etmek istedim. Çok hassas meselelerden bahsettim ve hassas bir dil kullandım. Çeşitli kelime oyunlarıyla, sanatlı söyleyişlerle anlattığım meselelere gölge düşsün istemedim. Çünkü gerçek olan daima en etkileyici olandır.

Kadınlar bir suret olarak yer alırken kadınların hemen dibinde de çocuk suretlerim vardı. Kadının fıtratı gereği anneliğe olan yatkınlığı, annelikle birlikte kadında meydana gelen değişimler, kadının gücü ya da güçsüzlüğünü çocuklar üzerinden vurgulamaya çalıştım. Kadının toplumumuzdaki çaresizliği de bunu yaparken bana güç verdi. Biz 2020'li yıllarda kadınını ve çocuğunu koruyamayan bir toplumuz. Bunu geleceğe bir ibret vesikası olarak bırakmak istedim. Kadını sadece çaresizliğiyle değil güçlü, haksız, kurnaz yani insan yönleriyle de anlattım. Amacım kadını çok yönlü ele almaktı. Sonra gördüm ki kadınlar dilemmalarıyla, cazgırlıklarıyla değil en çok çaresizlikleriyle kalabalık oluşturuyorlar. Sevgisizlikle, geçim sıkıntılarıyla boğuşan, toplumda var olma mücadelesi veren, yalnız, ıssız kadınlar ve onların ayakları altında büyüyen bu toplumun çocukları benim zihnimdeki en önemli suretlerdi.

Müzeyyen Çelik öyküsü salt gerçekliğin basit, yaygın ifadesindeki net derinliklerle, kısa vuruşlar ve içten anlatımla oluşsun istiyorum. Bu yüzden kameramı uzaklardan en yakınlara çevirdim. Okuma eylemi hayatın tam kalbine dokunmayacaksa, insanda rahatsız edici ya da düzeltici bir his uyandırmayacaksa, yazarın kendi entelektüelliğini, kendini üstün görmesini okurlarına empoze edecekse hiç olmasın. Ben bu yüzden üstten bakan, kapalı anlatımlarla, ağır mekanik fantastik kurgularla okuyucuyu hırpalayan ve neticede ona pek bir şey kazandırmayan öyküden yana değilim. İnandığım, sevdiğim öykünün peşindeyim.