Âlim:İlmiyleamil

​Âlim: İlmiyle amil
​Âlim: İlmiyle amil

Müslüman olmak, teslim olmakla mukayyet… Teslim olunacak olan ise nihayetinde bir ahkâm bütünü. Bu ahkâmın öğrenilmesi, doğru bir şekilde anlaşılıp yaşanması Hz. Peygamber’e(sav) ittibaı zorunlu kılar. Ümmetine miras olarak ilmi bırakan Efendimizin vefatından sonra ittiba onun mirasçılarına yani âlimleredir.

Şu hâlde âlim olmanın asgari şartları kendiliğinden ortaya çıkmaktadır: ilim ve onunla amel. Buna zamanla sınanmışlık ve tali bir unsur olarak resmî bir mansıp sahibi olup olmamanın rolü eklenecektir.

Bu yazıda temel soru şudur: İslam dünyasında kavillerine müracaat edilen, kendilerine fetva sorulan, sözleri ve yazdıkları Müslümanların sahih dinî yaşamının inşa edici unsurlarından sayılan ve -tabir caizse- ümmet için “otorite” mesabesinde olan âlimler nasıl olup da bu konumu elde ettiler?

İlim tahsili, Hz. Peygamber(sav) döneminden itibaren, ortak sorular ve meseleler etrafında bir araya gelen belli bir muhitin varlığını öngörür. Öyleyse âlimi âlim yapan üç temel unsurdan söz edilebilir: Hoca-talebe ilişkisi, bu ilişkiyi de kuşatan daha geniş bir ilmî çevrenin varlığı ve sınanmışlık (Rıhleyi de ilmî çevre kapsamında görmek gerekli.

Nitekim tabakat yazarları bazı âlimlerin istidatlı olmalarına rağmen kendilerini yeterince geliştirememelerini memleketlerinden dışarı çıkmamalarına bağlar). Âlimin siyasetle/resmî bir vazifeyle ilişkisi ise tali bir meseledir.

Tahsil zinciri şart

Otorite hâline gelen âlimler hocaları ve talebeleriyle anılırlar. Hz. Peygamber’in dizinin dibine oturan ashab, onların ilim halkalarında yetişen tabiîn ve sonraki nesiller...
Otorite hâline gelen âlimler hocaları ve talebeleriyle anılırlar. Hz. Peygamber’in dizinin dibine oturan ashab, onların ilim halkalarında yetişen tabiîn ve sonraki nesiller...

Otorite hâline gelen âlimler hocaları ve talebeleriyle anılırlar. Hz. Peygamber’in dizinin dibine oturan ashab, onların ilim halkalarında yetişen tabiîn ve sonraki nesiller...

Böylesi bir çevreden bağımsız olarak daha ziyade kendilerine intikal eden kitapları okumak suretiyle ilim tahsil etmeye kalkışan kişilerin ümmetin ana çizgisinin dışında kalmaları ve hatta oldukça aykırı uçlara gitmeleri, kitapların değil, böylesi bir ilmî muhitin, hoca-talebe birlikteliğinin âlimi vücuda getirdiğini gösterir.

İyi bir âlim olmak için iyi bir hoca sahibi olmak başat bir mevkidedir. Teşekkül dönemi hadis ilminden bir örnek verelim: “İmam Malik’in talebesi olan İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel’in hocasıdır. Ahmed b. Hanbel’in talebeleri arasında Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî yer alır. Buhârî’nin Ahmed b. Hanbel’den ziyadesiyle istifade ettiği bilinmektedir. Müslim Buhârî’nin yakın dostu; Tirmizî talebesidir. Ebû Dâvûd aynı zamanda Tirmizî’nin hocasıdır.” Görüleceği üzere İslam dünyasının en önemli hadis külliyatını tedvin eden isimlerin neredeyse tamamı birbirine hoca-talebe ilişkisi içerisinde bağlanmaktadır.

Hocanızın güçlü bir birikim sahibi olması kuşkusuz bir ön koşuldur. Ama otorite olmanız için tek başına yeterli değildir. Hoca-talebe ilişkisinin bir çevreye dönüştüğü ortamlarda uzun süre geçirmeniz, canlı bir tartışma ortamında pişmeniz gereklidir.

Amel etmeden olmaz

Kırgızistan'ın Özkent'de bulunan İmam Serasi türbesi.
Kırgızistan'ın Özkent'de bulunan İmam Serasi türbesi.

Hemen söyleyelim: Tek başına elverişli bir muhit içinde bulunmak da yetmez. Otorite olmanız, yani hem halk seviyesinde Müslümanların size müracaat etmeleri hem de ulema tarafından dikkate alınan biri olmanız için ilminizle amel etmeniz şarttır.

Daha açık bir ifadeyle “otorite âlim” olmak için bahsi edilen süreçlere tabi olarak bilgi sahibi olmak yeterli değildir. Birikimli olmak sizi “bir dereceye kadar âlim” yapar. “Gerçek âlim”, ilmiyle amil olmalıdır. Meşhur Hanefî fakihi Serahsî’ye (ö. 483/1090 [?]) kulak verelim:

  • “Fıkıh üç şeyin bir araya gelmesi hâlinde tamam olur: Öncelikle dinden olduğu bildirilen (meşruât) hususları bilmek gerekmektedir. İkinci olarak dinden olduğu bildirilen bütün bu hususlarda nasları manalarıyla birlikte bilmek; hükümlerin usul ve fürûa müteallik yönlerinde tam bir bilgi sahibi olmak şarttır. Son olarak ise bunlarla amel etmek gereklidir. Bu konuda amaçlananın tam anlamıyla gerçekleşmesi için hakkında bilgi sahibi olunan şeylerle amel edilmesi gereklidir. Dinden olduğu bildirilen hususları bildiği hâlde bildikleri hakkında yukarıda işaret dildiği şekilde bir bilgi sahibi olmayan kimse râvi konumundadır. Bu konuda gerekli bilgileri edindiği hâlde amel etmiyorsa o kimse ancak ‘bir yönüyle fakîh’ sayılır. Ancak bildiği ile amel de ediyorsa o kimse Hz. Peygamber’in ‘Şeytana karşı bin âbidden daha şiddetlidir’ dediği gerçek fakîh olmuş olur.” (Usûlü’s-Serahsî, haz. Ebu’l-Vefa Efganî, Haydarabâd: ts., s. 9-11).

Sınanmadan da olmaz

İslam şehrinde yazılan herhangi bir kitaba olumlu yahut olumsuz tepki o şehre çok uzak diyarlardan ve çok farklı zaman dilimlerinden gelebilir.
İslam şehrinde yazılan herhangi bir kitaba olumlu yahut olumsuz tepki o şehre çok uzak diyarlardan ve çok farklı zaman dilimlerinden gelebilir.

Alanında otorite konumundaki bir hocadan eğitim alsanız, elverişli bir ilmî muhitte yetişseniz ve Serahsî’nin işaret ettiği gibi “edeb, ahlak ve ilmiyle” temayüz etmiş de olsanız yine de otorite bir âlim olmanız için eksik kalan bir şeyler var.

Zira âlimin sadece zamanının ruhuna hitap etmekle yetinmeyip çağları aşan bir nefha taşıması, ancak farklı sınanma yollarından geçmesiyle mümkün. Bu sınanma o âlim hayattayken olabileceği gibi vefatının üzerinden yüzlerce yıl geçtikten sonra da olabilir. Bu kabil sınanma yolları arasında yazılan eserlerin ulemâ tarafından nasıl algılandığı, makbul yahut merdud olarak görülüp görülmediği gibi hususlar başat bir mevkidedir.

İslam dünyasında ulema arasındaki ilişkiler ağı öylesine güçlüdür ki, herhangi bir dönemde herhangi bir İslam şehrinde yazılan herhangi bir kitaba olumlu yahut olumsuz tepki o şehre çok uzak diyarlardan ve çok farklı zaman dilimlerinden gelebilir. Hatta yeri gelir, kendi rahle-i tedrisinde yıllarını geçiren bir talebesi âlime reddiye yazabilir. Dolayısıyla âlim vasfınızla eser yazmak, sadece bulunduğunuz çevreye hitap etmek değil, bütün bir darülislâma seslenmek; sadece yaşadığınız çağla değil, kıyamete değin var olacak bir muhatap kitlesiyle yüzleşmektir.

Şerh, haşiye, ihtisar ve telhîsi kuşatan telif geleneği tam olarak bu türden bir ilmî mesaiye işaret eder. Otorite hâline gelen âlimlerin metinleri, farklı dönemlerde onlarca âlimin dilden akaide, hadisten tefsire ve fıkıh usulüne kadar geniş bir ilmî birikime yaslanan tenkit süzgecinden geçer. Bir metin -tabir caiz ise- “tutmuş” bir metin ise hemen her yüzyılda üzerine bu türden emekler harcanır, yeniden üretilir, yorumlanır, eleştirilir. Bu husus, aynı zamanda muazzam bir tenkit geleneğinin muhatabı olacağını bilerek söz söylemek gerekliliğini de ortaya koyar.

Zira bu mesai sadece yazılan metni açıklamak yahut özetlemekten ibaret olmayıp onu didik didik tahlil etmek, kaynaklarını sorgulamak, yorumlarını tenkit etmek ve yeri geldiğinde itiraz edip metinde savunulan görüşü reddetmek kabilinden bir ameliyeye işaret eder.

Yazılan her bir eser onlarca âlimin bu türden emeğine layık olamayacağı için “otorite” olan metinler, bu açıdan son derece yetkin metinler, bunların yazarları da doğal olarak aynı kemali haiz âlimler olmaktadırlar. Kısacası, elenenler terk edilir, tutulanlar yoluna devam eder.

Sınanmışlığın bir diğer boyutu devlet ricali, ulema ve halkın gözü önünde cereyan eden münazaralar, umuma açık olarak kurulan ilim meclisleridir. Henüz hayattayken otorite bir âlim olup olmadığınız bu tür sınanmalardan alnınızın akıyla çıkmanızla mümkündür.

Buhârî’nin sınandığı çarpıcı bir örnek

  • Bu hususta en etkileyici örneklerden biri İmam Buhârî’nin (ö. 256/870) Bağdat’taki sınanmasıdır. Ebu Ahmed ibn Adî’nin (ö. 365/976) rivayetine göre, hayatı boyunca onlarca şehir gezen Buhârî’nin yolunun Bağdat’a düştüğünü haber alan muhaddisler onu sınamak amacıyla yüz hadis belirlerler. Bu hadislerin rivayet zinciri ile metinlerini birbirleriyle karıştırıp aralarından seçtikleri on kişiye onar hadisi paylaştırırlar.
  • Sıra halkın ve muhtelif İslam diyarından ilim tahsili ve tedris için Bağdat’a gelen ulema ve talebe-i ulûmun katılımıyla gerçekleşecek büyük toplantıya gelir. İmam Buhârî, kendi coğrafyasından değişik amaçlar için Bağdat’a gelen hemşerilerinin de hazır bulunduğu toplantı yerine gelince seçilen kişiler bu hadisleri sırayla sorup ondan bilgi isterler. Buhârî, okunan her hadisten sonra “bilmiyorum” der. Yüz hadis böylece kendisine okunur. Her seferinde cevabı aynıdır: “Bilmiyorum.” Büyük çoğunluğu avamdan olan hemşerileri hayal kırıklığına uğrarken, işin ehli ulema biraz sonra olacakları tahmin etmekte zorlanmazlar. Zira hadisler bittiğinde Buhârî önce ilk soruyu yönelten kimseye döner.
  • Onun okuduğu on hadisi önce hatalı hâliyle, sonra da isnad-metin uyumunun olması gerektiği hâliyle tek tek söyler. Sonra diğerine, ardından bir ötekisine... Böylece yüz hadisi hatalı ve doğru hâlleriyle mecliste hazır bulunanların hayret dolu bakışları arasında ayrı ayrı söyler. Artık, Buhârî hakkında kimsenin tereddüdü kalmamıştır. Herkes onun hafıza gücünü ve engin hadis birikimini takdir eder (İbn Hacer el-Askalânî, en-Nüket alâ’bni’s-Salâh, haz. Rebî b. Hâdî Umeyr, Medine: 1984, c. I, s. 868-880).

Âlimin iktidarla imtihanı

Bunca sözün sonunda geriye tek bir mesele kalıyor. Diploma, akademik unvanlar ve kurumsal mensubiyetlerin ehemmiyetli olduğuna inandırılarak yetişen biz modernlerin zihnini kurcalayacak bir mesele: Resmî bir vazife sahibi olmanın yahut daha kuşatıcı bir ifade ile söylersek âlimin siyasetle yakın bir ilişki içerisinde olmasının otorite olmasına etkisi var mıydı?

Kısa yoldan cevap vermek gerekirse otorite olmak, kurumsal bir mensubiyetle de resmî bir vazife ile de doğrudan ilişkili değildir. İslam dünyasında âlim, soy sop, diploma, mansıp gibi hususlarla değil, takva ve ehliyetiyle öne çıkar. Hocaları, talebeleri, eserleri ve nasıl bir yaşam sürdüğüdür önemli olan, bulunduğu makam değil. İçinde bulunulan şartlara göre resmî vazife almayı tercih eden âlimler olduğu gibi, siyasetle ilişkinin yozlaştırıcı etkisinden korkarak bundan imtina edenler de olmuştur. Mamafih, otorite hâline gelmiş âlimlerin siyasiler tarafından göz ardı edilmeleri mümkün değildir. Zira siyasiler de, halk da bilir ki, gerçek iktidar sahibi Hz. Peygamber’in vârisi olan ulemadır. Bu konuda dikkat çekici bir misal ile bu yazıyı sonlandıralım.

Buraya kadar sıraladığımız tüm şartları kendisinde toplamak suretiyle döneminin en önemli ilmî otoritelerinden biri olan Şafiî fakihi İzzeddîn b. Abdüsselâm (ö. 660/1262), bazı siyasilerin dinî ahkâmı dikkate almayan uygulamalarına karşı tavizsiz bir tavır içerisine girerek emr-i bi’l-marûf nehy-i ani’l-münker ilkesine her daim bağlı kalmıştır. Farklı sultanlıklar altında geçirdiği ömrü siyasilerle bu açıdan yaptığı mücadelelerle ve inandığı doğrular uğruna hapis, sürgün ve görevden azil gibi cezalara duçar olmakla doludur.

Başına gelen can yakıcı hadiselerden birisi şöyle aktarılır: Dımaşk Eyyûbî Sultanı el-Melik es-Sâlih İmâdüddîn, Mısır Eyyûbî Sultanı el-Melik es-Sâlih Necmeddîn Eyyûb’a karşı Haçlılardan yardım ister. Bu sebeple Müslümanlara ait bazı kaleleri onlara bırakır. Hatta onların Dımaşk’a girerek silah satın almalarına imkân tanır. Bunun üzerine İzzeddîn b. Abdüsselâm onun aleyhinde fetva verir ve cuma hutbelerinde ona dua etmeyi bırakır. Sultanın tepkisi sert olur: Önce onu hapseder, sonrasında da Dımaşk’tan sürer.

İbn Abdüsselâm’ın kendisine yeni yurt olarak seçtiği Mısır’da bulunduğu dönemde de benzer problemler baş gösterir. Mesela dönemin veziri Fahreddîn Osman bir caminin avlusuna eğlence yeri inşa edilmesi emrini verir.

Bunu işiten İbn Abdüsselâm derhâl oğullarını da yanına alarak inşaat alanına gider ve inşaatı yer ile yeksan eder. Bununla da kalmaz. Vezirin İslâm hukukunun yöneticilerde bulunmasını şart koştuğu “adalet” vasfını kaybettiğini ilan eder. Bir başka ifade ile onun verdiği bu emir yüzünden “fasık” olması hasebiyle meşruiyetini kaybettiğini haykırır. Ardından da tüm zamanların en saygın makamlarından olan başkadılık vazifesinden istifa eder (İzzeddîn b. Abdüsselâm’ın başından geçen hadiseler için bk. H. Yunus Apaydın, “İbn Abdüsselâm, İzzeddîn”, DİA, c. XIX, s. 284-287).

Toparlayalım

Otorite kabul edilen âlimler, hoca-talebe ilişkisinin bulunduğu ilmî bir muhit içerisinde yetişen, esaslı bir ilmî birikimi haiz oldukları farklı sınanmışlıklar yoluyla ispat edilen ve doğru bildikleri ile amel edip bu konuda hakkı söyleyerek hakikate sahip çıkmakta tavizsiz davranan âlimlerdir. Bu evsafa sahip olduktan sonra ümmet tarafından “dikkate alınmaları ve kendilerine ittiba edilmeleri için” belli bir mansıpta bulunup bulunmamaları arasında bir fark yoktur.