Korona günlerinde kamusal alan - özel alan ayrımı

Gözetleme, kontrol, iktidar vb. kavramlardan bahsedildiği zaman akla gelen ilk terimlerden biridir ‘panoptikon’.
Gözetleme, kontrol, iktidar vb. kavramlardan bahsedildiği zaman akla gelen ilk terimlerden biridir ‘panoptikon’.

Son yılların en popüler ifadelerinden biri olan ‘esnek çalışma saatleri’ ndeki esnek kelimesinin hayatımızı aslında nasıl da geren bir tarafı var değil mi? Çünkü bu esneklik çalışan için sağlanan bir avantaj değil, iş verenin sahip olduğu bir hareket alanı aslında. Home-office’in sağladığı esnekliğin ya da sağlandığı söylenen konforun ise pandemi süreci ile birlikte ne kadar farklı olduğunu görüyoruz.

Yaşadığımız çağ, artık hızına yetişmekte zorlandığımız bir çağ. Bizi de her daim hızlandırmaya ve tüketmeye iten, yavaşladığımız yerde bizi mağlup gösteren bir sistem içinde yaşamaya çalışıyoruz. Bu hızı, gelişen teknolojinin hayatlarımıza sunduğu imkânlar ya da getirdiği tuzaklar ile birlikte tecrübe ediyoruz.

Bireyler, günün büyük bir bölümünü çalışma ve sosyalleşme amacıyla ‘kamusal alanda’ geçirirken işlerini salgından sonra özel alanlarında yaparken buldular.
Bireyler, günün büyük bir bölümünü çalışma ve sosyalleşme amacıyla ‘kamusal alanda’ geçirirken işlerini salgından sonra özel alanlarında yaparken buldular.

Bu durum, zaman kavramından tutun da yaşamımızı, alışkanlıklarımızı, düşünce yapımızı ve daha birçok şeyi etkiliyor. Tüm bu devinim içinde insan, fiziksel sınırları kolayca aşabildiği küresel bir dünyada yaşadığını zannederek hayatına devam ediyor. Fakat dünya, her zaman lineer bir doğrultuda gelişerek değişmiyor. Yaşadığı ‘büyük gerileme’ ler ile her seferinde kendisine yeni bir isim koyarak dönüşüyor.

Home-office nedir?

Yirminci yüzyıl sonlarında başlayan küreselleşme tartışmalarının yerini, özellikle son yıllarda mülteci kriziyle birlikte ‘sınırların’ yeniden gündeme geldiği ve tanımlandığı bir anlayış aldı. Fakat koronavirüs salgını ile küreselleşme gerçeği ile tekrar karşı karşıya kaldık. Çünkü Kovid-19 pandemisine getirilecek çözümlerin de küresel olacağı, en azından böyle olması gerektiği düşünüldü. Öte yandan salgının durdurulması, sınırların kapatılması ve insanların evlerinde karantinaya girmesiyle sağlanmaya çalışılırken, ele aldığımız küreselleşme kavramının da pratikte bulduğu karşılık tekrar değişiyor.

  • Kovid-19 pandemisi ile insanlık kendi otorite sınırlarına, yani mülkiyet alanının içine, ya da diğer bir ifadeyle ‘özel alanının’ içine çekildi. Bireyler, günün büyük bir bölümünü çalışma ve sosyalleşme amacıyla ‘kamusal alanda’ geçirirken işlerini salgından sonra özel alanlarında yaparken buldular.

Elbette burada şöyle bir parantez açmak gerekiyor. Bahsi geçen kesimin çok da büyük bir yüzde olmadığını, sadece ofis ve benzeri ortamda çalışanların evinde çalışmaya devam ettiğini görüyoruz. Fakat temel gereksinim ve hizmetlerin devamlılığı açısından fiziksel güç ve bedensel katılım gerektiren işlerde çalışanların böyle bir imkâna sahip olmadıklarını biliyoruz. Buradaki ayrım, genel manada kapitalizmin işleyişi ile alakalı bir mevzuu ve dolayısıyla ayrı bir tartışmanın konusu. Bu yazının odak noktası yukarıda bahsedilen azınlığın yaşadığı vaziyet: kamusaldan özele taşınanlar.

Bu süreçle birlikte aslında birçok insanın aşina olduğu, bazılarının ise belki de ilk kez duyduğu bir kavram girdi hayatlara: Home-office. Ev ve ofis kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bu melez kelime son yıllarda popülaritesini arttırmıştı. Çünkü teknoloji ile birlikte işin niteliği değişiyor ve bilgisayarlar üzerinden yürütülen işler belli bir mekânsal sınırlamaya tabi tutulmuyordu. O yüzden birçok insan, özel alanının dışına çıkma ihtiyacı duymadan para kazanmaya başladı. Bunun getirdiği konfor ve zaman tasarrufu, özellikle büyük şehirlerde günün belli bir saatini evden işe ulaşmaya harcayanlar için çok şey ifade ediyordu.

Karantina süreciyle ofislerinden evlerine taşınan insanların işte tam da bu sebeplerden ötürü mevcut durumdan memnun oldukları dile getirildi. Peki gerçekten de böyle bir memnuniyet söz konusu mu?

Bana kalırsa home-office, yapısı ve anlamı itibariyle, bu yazının temelini oluşturan kamusal alan-özel alan tartışmasına verilebilecek en güzel ve en somut örnek. Zira bu iki alanı birleştiren bir kelime ve bu ayrımı ortadan kaldıran bir çalışma şeklini ifade ediyor. Saat 17:00’ı gösterdiğinde biten bir mesainin ardından ertesi gün sabaha kadar özel alanın dışına itilen bir çalışma şekli değil. Belirli bir mekân barındırmıyor. Bilgisayarınızı alıp bir kafeye giderken orayı da ofisiniz belleyebilirsiniz. Ya da evinizin içinde sizin seçtiğiniz bir zaman diliminde yürütülebilir her şey, bir memur gibi değil.

Evinizin içinde daha özgür olduğunuzu düşündüğünüzde, ailenizle geçirdiğiniz keyifli dakikalarda ya da bireysel aktivitelerde bir anda çalan telefon sesi ile huzurunuzun aniden kaçtığını fark ediyor musunuz?
Evinizin içinde daha özgür olduğunuzu düşündüğünüzde, ailenizle geçirdiğiniz keyifli dakikalarda ya da bireysel aktivitelerde bir anda çalan telefon sesi ile huzurunuzun aniden kaçtığını fark ediyor musunuz?

Bu tarz bir çalışma yönteminin zamanla daha çok artacağı tahmin ediliyordu. Fakat koronavirüs salgını ile oldukça hızlı bir geçiş yapıldı ve kelimenin tam anlamıyla işler ‘ev’ sınırları içinde yürütülmeye başlandı. Bu süreçten sonra eski düzene geçişin nasıl ve ne şekilde olacağı birçok insanın düşündüğü bir durum. Bu hızlı adaptasyon süreci, yeni talepleri de beraberinde getirerek kamusal alanı dönüştürebilir mi sorusunu da zihinlerde dolaştırıyor. Kamusal alan hali hazırda zaman içerisinde dönüşüme uğruyor. Burada esas durulması gereken nokta aslında bizi daha çok ilgilendiriyor: Peki ya özel alan?

Yaşadığımız bu yeni tecrübe ile birlikte belki de sorulması gereken sorulardan biri de şudur: patronlar, yöneticiler, menajerler, iş verenler ve birçok şekilde isimlendirilen ‘sahipler’ bu alan ayrımını ne kadar önemsiyor? Siz özel alanınızda iken ve size sunulmuş çalışma saatlerinin dışında iken aranıyor musunuz örneğin? Ya da e-posta alıyor musunuz akşam vakitlerinde? Gelen e-posta’ya yine aynı saatlerde cevap verilmesi bekleniyor mu sizden? Ya da yürütülmesi gereken bir ‘task’ veriliyor mu acele olduğu için? Evinizin içinde daha özgür olduğunuzu düşündüğünüzde, ailenizle geçirdiğiniz keyifli dakikalarda ya da bireysel aktivitelerde bir anda çalan telefon sesi ile huzurunuzun aniden kaçtığını fark ediyor musunuz?

  • Son yılların en popüler ifadelerinden biri olan ‘esnek çalışma saatleri’ ndeki esnek kelimesinin hayatımızı aslında nasıl da geren bir tarafı var değil mi? Çünkü bu esneklik çalışan için sağlanan bir avantaj değil, iş verenin sahip olduğu bir hareket alanı aslında.

Home-office’in sağladığı esnekliğin ya da sağlandığı söylenen konforun ise pandemi süreci ile birlikte ne kadar farklı olduğunu görüyoruz. Artık özel alanınızdaki kontrol mekanizması, kamusal alandaki kontrol mekanizması ile aynı değil. Bu kontrol mekanizmasının sınır ve saat algısı yok. Bu kontrol mekanizması sizden daha fazlasını bekliyor. Size verilen görevi gerçekleştirmeniz yeterli olmayabiliyor. Çünkü özel alanınızda iken çok vaktiniz oluyor ve bunu neden daha fazla iş yapmak için kullanmayasınız ki? Dolayısıyla başlangıçta ön görülen ve bunun önceki koşullardan daha sterilize, daha konforlu ve hareket alanı daha geniş olduğu düşünülen bu çalışma şekli farklı kontrol mekanizmaları ile kendi içinde yeni sınırlar örüyor. Ve aynı zamanda iş verenlerin çalışan üzerinde oluşturduğu tahakkümün sınırlarını da genişletiyor.

Burada amacım kamusal alanı ideal olarak göstermek değil, sadece özel alanın sınırlarını kendimizin tayin etmekten çok uzak bir pozisyonda olduğumuzu ortaya koymaktır. Dijitalleşen bir dünyada iktidar mekanizmaları da mevcut duruma ayak uydurur ve hareket alanını bu şekilde belirler. Sonuç olarak; her ne kadar özel alan sınırları içinde işlerinizi sürdürüyor olsanız dahi bir süre sonra kamusal alanın bir alt kümesi haline geleceğiniz aşikardır çünkü iktidar sizi içine alır ve etki alanınızı belirler.

Dijital panoptikon

Gözetleme, kontrol, iktidar vb. kavramlardan bahsedildiği zaman akla gelen ilk terimlerden biridir ‘panoptikon’. İngiliz düşünür Jeremy Bentham ’ın 18. yüzyılda tasarladığı hapishane modeline ismini veren panoptikon, daire biçiminde ve içinde yan yana hücrelerden oluşan, ortasında yer alan gözetleme kulesi ile her bir hücrenin kontrol edildiği fakat hücrelerden kulenin görülmediği şekilde tasarlanmıştır. Bu tasarım Fransız düşünür Michel Foucault’yu oldukça etkilemiş ve Foucault güç/iktidar kavramını dile getirirken bu modelleme üzerinden giderek modern hapishane sisteminin oluşumunu anlatmaya çalışmıştır.

Panoptikon, Bentham tarafından hiçbir zaman pratiğe geçmese de günümüzde onun farklı isimlere bürünmesiyle tezahür ettiğini söylemek mümkün.
Panoptikon, Bentham tarafından hiçbir zaman pratiğe geçmese de günümüzde onun farklı isimlere bürünmesiyle tezahür ettiğini söylemek mümkün.

Bentham’ın göstermeyi amaçladığı, suçluların her daim kontrol altında oldukları varsayımıyla cezalandırılma korkusundan ötürü herhangi bir yanlış yapmayacak olmaları ve bir süre sonra gardiyan tarafından gözetlenmese bile bu varsayım üzerinden bir oto-kontrol geliştireceği düşüncesidir. Foucault bu kavramdan ilham alarak modern dünyada birey ve iktidar ilişkisini inceler ve sistemin bireyler üzerinde dayattığı doğruları reddederek postmodern bir iktidar düşüncesi inşa eder. Bu iktidar tahayyülünde Foucault, iktidarı toplumun tüm katmanlarını kapsayacak şekilde tanımlar ve buradan hareketle bireyin sınırlarını genişlettiği ve özgürleştirdiği iddiasında bulunan bir iktidar modeli çizer.

  • Panoptikon, Bentham tarafından hiçbir zaman pratiğe geçmese de günümüzde onun farklı isimlere bürünmesiyle tezahür ettiğini söylemek mümkün. Kamusal alanın ve hatta özel alanın önemli bir parçası haline gelen güvenlik kameraları insanlara dış tehditleri tespit etme ve onlara karşı önlem alma imkânı sunar.

Fakat burada bir güvenlik ve özgürlük ikilemi oluşur, korunma amacıyla gözetlenen varlığın hareketleri kodlanmaya başlanır. Bunun teknolojik olarak daha farklı seviyeleriyle, günlük hayatta iç içe olduğumuz gerçeğinin de farkındayız. Adeta bir uzuv haline gelen akıllı telefonların evimizdeki masum görünen küçük casuslar oluşunu engellenemez bir durum olarak kabullendik ve bu şekilde yaşamaya devam ediyoruz. Ve böylelikle mahremiyetin de farklı bir hale büründüğünü ve kişisel bilgilerin birtakım gündelik avantajları elde etmek amacıyla adeta kamu malı haline geldiğini görüyoruz.

Bu bağlamda, yazının başında vurguladığımız ‘özel alan’ olarak ifade edilen mekânlarda dahi teknoloji yoluyla, telefon gibi örneğin, kişisel bilgilerin paylaşılmasıyla mahremiyetin delindiğini söyleyebiliriz. Kovid-19 pandemisi ile mücadele sürecinde geliştirilen birçok farklı telefon uygulamalarının insanları bilgilendirmeyi, bilinçlendirmeyi ve korumayı amaçlarken diğer bir taraftan da bireyleri gözetleyen ve hareketliliğin kaydını tutan mekanizmalar olduğunu söylemek kimseyi şaşırtmayacaktır. Bu durumun bir şaşkınlık yaratmayacak olması da bireyin aslında buna rıza gösterdiğinin ve dijital bir panoptikon fanus içerisinde yaşıyorken gönüllü olarak bir oto-kontrol mekanizması geliştirdiğinin de göstergesidir. Fakat bireyin yaşadığı yanılgı tüm bu alanlar içerisinde özgür olduğunu zannetmesidir. Tıpkı Foucault’nun kavramsallaştırdığı iktidar mekanizmasında özgürleştirildiği düşünen bireyler gibi. Güney Koreli kültür kuramcısı Byung-Chul Han Şeffaflık Toplumu kitabında tam da bunun üzerinde durarak özgürlüğün diyalektiğini vurgular ve bu bağlamda özgürlüğün kontrol olduğunu söyler.

Güney Kore doğumlu filozof Byung-Chul Han
Güney Kore doğumlu filozof Byung-Chul Han

Özetle, modern ya da postmodern sistem içerisinde, bireyin tamamen özgür olamayacağı, kendi özel alanı içerisinde bile iktidarın sınırlarının dışında kalamayacağı ve teknolojinin tuzaklarını kabullenerek onları artık bir tuzak olarak değil, belirli materyallere erişmek için bir takım zaruri teknik aşamalar olarak gördüğü kaçınılmaz bir gerçeğe dönüştü. Kovid-19 pandemisi ile yeniden sınırları içine çekilen insanlığın daha birçok farklı sınavdan ne şekilde sağ çıkacağı de ayrı bir merak konusu haline geldi.