Çalışmanın sürekliliği beşikten mezara staj

Yaz, çocukların bebeklikten başlayan stajlarına okul için vermek zorunda kaldıkları aranın bittiği, hayat stajına döndükleri mevsimdir.
Yaz, çocukların bebeklikten başlayan stajlarına okul için vermek zorunda kaldıkları aranın bittiği, hayat stajına döndükleri mevsimdir.

“Tatil” Kubbealtı Lugatı’nda “hareketsizlik, boş durma, tembellik” olarak tanımlanan “atalet”le akraba. Modern çalışmanın yıpratıcı, bıktırıcı, tahammül edilen bir şey oluşunun sonucu. Öyleyse evvela “okul tatili”ni atalet zamanı olarak değil, hız kesmeden gerçek eğitime devam edilecek bir zaman olarak kodlayabilmemiz gerekiyor. Böylece yepyeni ve bambaşka bir dünya hülyasına dalmak yerine, mevcut dünyamızdaki ilgimize uygun çalışma, bir başka deyişle çıraklık, bir başka deyişle staj alanlarını değerlendirebilir hâle gelebiliriz.

Muhammed Öztabak “kişilik gelişimi” üzerine (Youtube’da, Vav TV kanalında izlenebilecek) bir programda yetenek, beceri ve ilgi kavramlarını şöyle ayırt ediyordu: Yetenek yapımız gereği diğer insanlardan daha kolay yapabildiğimiz, yatkın olduğumuz potansiyelleri, eski deyişle istidadımızı; beceri fiilî/ mevcut durumda kazanmış ve aktif olarak yapabilir durumda olduğumuz eylemleri; ilgi ise yapmaktan, vakit geçirmekten, uğraşmaktan zevk aldığımız, hoşlandığımız, merak ve heves ettiğimiz şeyleri ifade ediyor. Potansiyel, beceri ve ilgilerimiz arasında doğuştan gelen, zorunlu bir uyumdan söz edebilir miyiz? Aralarında doğal bir uyum yoksa, bir çocuk ya da genci meslek seçiminde yönlendiren bunlardan hangisi olmalı? Örneğin “matematik zekâsı” olan, kendisini iyi ifade edebilen, aynı zamanda da el işlerine meraklı biri potansiyel yeteneklerini mi, mevcut becerilerini mi, yoksa kişisel ilgilerini mi esas almalı?

İnsan neye istidadı olduğunu tespit etti diyelim, acaba koskoca bir ömrü onunla geçirebilir mi? Yahut mevcut becerilerinin peşine düşmek insanı tatmin eder mi?
İnsan neye istidadı olduğunu tespit etti diyelim, acaba koskoca bir ömrü onunla geçirebilir mi? Yahut mevcut becerilerinin peşine düşmek insanı tatmin eder mi?

Yetenek ve beceriler belli test, sınav ve ölçümlerle nesnel, hatta sayısal olarak tespit edilmeye çalışılıyor. İlgiler ise aile, mahalle, okul, sosyal medya gibi çevrelerden; anne-baba, akraba, öğretmen, akran, influencer gibi aktörlerden gelecek toplumsal etkilere açık ve görece öznel. Bir eyleme ebeveyn ya da akranlarımızı memnun etmek için mi, yoksa kendi ilgimiz doğrultusunda mı yöneliyoruz, sorusunu cevaplamak hiç de kolay değil. İnsan neye istidadı olduğunu tespit etti diyelim, acaba koskoca bir ömrü onunla geçirebilir mi? Yahut mevcut becerilerinin peşine düşmek insanı tatmin eder mi? İnsan hakkında türlü sözler söylenmiş. “Göklerin, yerin ve dağların, sorumluluğunu yerine getirememekten korkup üstlenmekten kaçındığı emaneti yüklendi.” denmiş, “bir damla kan ve bin endişe”den oluştuğu ifade edilmiş. Buna göre belirsiz olanın peşine düşeceği aşikâr. Yetenekler kısmında da bir belirsizlik var şüphesiz ama asıl müphemlik ilgilerde, istenen şeyin yapılıp yapılamayacağında, insanın kendi kendine meydan okuyuşunda galip gelip gelemeyeceğinde.

Peşine düşeceğimiz her ilgi, mevcut becerilerimizin bir kısmını seferber edeceği gibi, yeteneklerimizin bazılarının da kuvveden fiile çıkmasına vesile olacaktır.

İçimizden bilmediğimiz, tanımadığımız bir ben çıkacaktır âdeta. Bir ilgimizin potansiyellerimizle büsbütün uyumsuz olduğunu, aslında onu o kadar da merak etmediğimizi, geçici bir hevesten ibaret olup bir rüzgârın etkisiyle vuku bulduğunu fark etmemiz ise ancak onun peşine düşmemizle mümkündür. Peki tarif ettiğimiz bu deneme-yanılma işlemi için gerekli imkân, mekân ve zamana sahip miyiz?

  • İçinde bulunduğumuz okul-öğretmen sistemi bu yolda herhangi bir işlev üstlenip vaatte bulunuyor mu? Evet, bitmez tükenmez sınav ve ödevlerle becerilerimizi ölçüyor, iyi ihtimalle bazı testler yapıp potansiyellerimizi açığa çıkarmaya çalışıyor. Fakat müfredatın getirdiği yükümlülükler karşısında öznel ilgilerimiz ne kadar nefes alabiliyor ne kadar alana kavuşuyor?
Ivan Illich.
Ivan Illich.

Bu noktada akla kurslar ve atölyeler geliyor. Günümüzde, sadece yetişkinlere değil, çocuklara yönelik olarak da pıtrak gibi çoğalan, “yaşam boyu öğrenme” felsefesine dayanan kurslar, e-devlette görünen sertifikalar, “çocuk üniversiteleri” ilgilerinin peşine düşme anlamında insanlara ne vaat ediyor? Seçime dayanmaları, seçmeli olmaları dışında okuldan ne kadar farklılaşıyor? Illich, Hern’in Alternatif Eğitim derlemesine yazdığı önsözde bu soruya olumsuz cevap veriyor ve bunlar, eğitimin zehrini okul sınırlarının ötesine taşıyıp bütün bir toplumu kirleten kurumlar olarak görüyor (s. 11). Peki atölyeler için de aynı durum geçerli mi? Müşterilerine çıraklık tecrübesi sunan bu düzenek, insanlara ilgilerini uygulamaya geçirip somutlaştırarak sınama/ deneme imkânı veriyor mu? Şüphesiz, bir meslek erbabının çalışma mekânını onunla paylaşma, malzemesi ile temas etme gibi boyutlar bir nebze de olsa gerçekleşiyor. Öte yandan risk, girişim, maliyet, kar-zarar, muhasebe, satış-pazarlama, müşteriyle ilişkiler gibi boyutlar bu tecrübenin dışında kalıyor. Bu alanlarda esas sorumlu olmaması tabii ki normal ama bunun da ötesinde, sorumluluğa hiçbir şekilde, en küçük oranda dahi katılmadığı için, işin bütünselliğini yakalama imkanından da mahrum kalıyor. En fazla kendi ürettiğini alıp evine götürüyor. Bütün mesleklerde önemli bir boyutu teşkil eden “üçüncü bir kişiye karşı sorumluluk” hiçbir şekilde sisteme dahil olmuyor. Hadise büyük ölçüde bir beyaz yaka fantezisine dönüşüyor. Atölyenin sunduğu kılçıksız deneyimin sonunda bir şey hep eksik kalıyor. İstikrarlı bir kendini gerçekleştirme alanına giriş kapısı da olabilecekken, böyle bir giriş kapısından çok bir deneme-yanılma fetişizminin nesnesi hâline geliyor, kurs kurs gezmelerdeki ilgi ve çalışma saatleri bir deneyim enflasyonu ya da tecrübe obezitesine kurban gidiyor.

Çocuklar söz konusu olduğunda, meseleye “politik doğruculuk”tan arınarak bakmak zor hâle geliyor. Politik doğruculuğun temel problemi adı üstünde doğru bir şeyi yanlış bir yerde öne sürmesi. Bağlam bilgisini, önem sıralamasını, bir şeyin farklı durumlarda farklı anlam ve ağırlıklar kazanabileceğini gözden kaçırması. Bağlamı çocukları kapitalizmden korumak olan “çocuk emeği sömürüsü” gibi bir kavramı, çocukların beceriksizleşmesi için bir kalkan olarak kullanmak da işte buna bir örnek. Çocuklara okullarda yüklenen vazifeler, salt bedensel işler olmanın ötesinde onların ilgilerini, meraklarını, muhayyilelerini ipotek altına alarak “ücretlendirilmemiş duygusal emek” denebilecek bir boyut kazanırken, çocukların ister bedensel ister zihinsel olsun gerçek işlerle, gerçek hayattaki gerçek problemlerle uğraşmaları, hem de onları koruma bahanesiyle, yasaklanmış durumda.

Bu şekilde korunup el üstünde tutulmak, çocukları beceriksizleştiriyor.
Bu şekilde korunup el üstünde tutulmak, çocukları beceriksizleştiriyor.

Beceri kazanma konusunda çocukların kaderinin okul ve öğretmen tekeline terk edilmesi ev hayatını da etkisi altına alıyor. Okuldaki hikâye evde, çocukluktaki hikâye gençlikte kendisini sürdürüyor. Okul hayatının vakumu, zihinselliği, rekabetçiliği ve kıskançlığı karşısında ebeveynler çocuklarına ev işi, tarla işi velhasıl hiçbir iş yaptırmamaya meylediyor. Sadece ebeveyn değil, üst ebeveynde benzer bir tavrı sürdürüyor. Ninesi yemek hazırlarken ondan hiçbir yardım istemiyor. Dedesi balık tutmaya gitmeden, gerekli olta vb. alet edevatı hazırlamada torununa hiçbir şey yaptırmıyor. Bu şekilde korunup el üstünde tutulmak, çocukları beceriksizleştiriyor. Öğretmen tekeline hapsedilen çocuklar etraflarındaki bütün yetişkinleri ve onların ustalıklarını ıskalamış, bütün beceri kazanma ve çıraklık fırsatlarını kaçırmış oluyor.

Lisans ve ön lisans öğrencilerine yönelik “Ulusal Staj Programı”nın (USP) bu anlamda ters istikamette, olumlu sonuçlar doğurabilecek önemli bir gelişme olduğunu söylemek mümkün. Tabii geriye doğru genişlemesi, lisanstan liseye, ortaöğretimden ilkokula sıçraması koşuluyla. Böylece bebeklikten başlayan, ilgi duyduğumuz her konuda âdeta her bulduğumuz ustanın çırağı olma mesaimiz akamete uğramadan meslek hayatımızda, “beşikten mezara”, kadar sürebilecektir. Aslında staj, uygulamalı çalışma, çıraklık, deneme-yanılma ve tekrar sadece sürecin başında, yani bebeklikte yer almamaktadır. Tıp, hukuk, iletişim, eğitim, mühendislik gibi fakültelerden mezun olanlar lisans öğretiminin sonunda yeniden stajın gündeme geldiğini görürüz. Yeni nesillerin gerek sosyal/iletişimsel/duygusal beceriler (soft skills), gerek teknik beceriler (hard skills) gerekse “21. yüzyıl becerileri”ni (21th century skills) kazanması bu türden bir sürekliliğin sağlanmasına, bebeklikle lisans son sınıf arasındaki -ilk, orta ve yüksek öğretim yıllarının mevcut düzenlenişinin yol açtığı- kesinti ve kopukluğun giderilmesine bağlıdır.

Stajın kamu yerine özel sektörde olması, kurumsal büyük firma yerine küçük firmada olması stajyer için daha verimli olabilecektir.
Stajın kamu yerine özel sektörde olması, kurumsal büyük firma yerine küçük firmada olması stajyer için daha verimli olabilecektir.

USP’ye kayıtlı işverenler incelendiğinde çoğunluğun kamu kurumları olduğu, geri kalanının ise kurumsal büyük firmalar ve STK’lardan oluştuğu görülmektedir. Üniversite mezunlarının başka bir şey yapmaksızın kolayca iş bulabilmesi ve istihdam edilmesi gerektiğine inandığı, memuriyet kadrolarının “yeni memur”ları sosyalizasyon yoluyla ve hızla çalışmamaya alıştırdığı bir ortamda, bu durumun olumlu sonuçları kadar olumsuz sonuçlarından da söz edilebilir. Staj yapılan yerin bir devlet dairesi yahut büyük ölçekli kurumsal bir firma olması, örgütlenmedeki yüksek bürokratiklik ve yabancılaşma seviyesini, dolayısıyla da performans ölçümlerindeki dolaylılığı beraberinde getirecektir. Üretim, ticaret, pazarlama ve satışın iç içe ve yakın olduğu bir ölçekte iş gören bir firmada çalışan stajyer ise daha doğrudan bir çalışma tecrübesi kazanabilecek, yaptığı işin karşılığını daha kolayca görebilecek, başarı veya başarısızlığına dair bizzat bir fikir sahibi olabilecektir.

Somut hayattaki somut sorunların çözümü yolunda krizlerle karşılaşıp bunların çözümüne katkı sağlama tecrübesi kanlı canlı bir beceri kazanma yolu gibi görünmektedir.
Somut hayattaki somut sorunların çözümü yolunda krizlerle karşılaşıp bunların çözümüne katkı sağlama tecrübesi kanlı canlı bir beceri kazanma yolu gibi görünmektedir.

Bu anlamda stajın kamu yerine özel sektörde olması, kurumsal büyük firma yerine küçük firmada olması stajyer için daha verimli olabilecektir. Somut hayattaki somut sorunların çözümü yolunda krizlerle karşılaşıp bunların çözümüne katkı sağlama tecrübesi kanlı canlı bir beceri kazanma yolu gibi görünmektedir. Buna mukabil devlet dairesi gibi iş ortamlarında sorun, kriz, çözüm, başarı ve performans ancak soyut ve dolaylı bir şekilde tarif edilebilir. Çalışanı baskılayan bir müşteriden, müşterinin talep ve ihtiyaçlarından da söz edilemez. İşteki başarı ancak bu iş için geliştirilmiş ölçeklerin ve sayısal ölçümlerin dolayımında, soyut bir şekilde ölçülür.

Çalışma hayatının, çalışarak, uygulama içinde beceri kazanmanın bir başka boyutu da eğitim yıllarının tatilleridir. Basılmış eserlerinde bulunmasa da Bernard Shaw’a atfedilen “Ömrüm boyunca eğitimime ancak okul için ara verdim” mealindeki sözden hareketle düşünecek olursak, pazartesi sabahı zorunlu bir “eğitim arası” verilen ilgiler ve çalışmalar, cuma akşamı tekrar aktive edilir. Aynı durum sadece hafta sonları için değil, dönem arası tatilleri ve en uzun tatil olarak yaz tatili için de geçerlidir. Bu anlamda yaz, çocukların bebeklikten başlayan stajlarına okul için vermek zorunda kaldıkları aranın bittiği, hayat stajına döndükleri mevsimdir. Dokuz aya yayılan “okul tatili”nden sonra, üç aylık dinamik bir dönemin başlangıcı olan haziran ayında, bir önceki yılın eylülünde kaldığı yerden devam edecektir.

Okulun belki de en büyük zararı, en azından hayatımızın “okul yılları” denen çok önemli bir bölümünde (kabaca 6-24 yaş), bize kendisini “temel iş” olarak kabul ettirmesinde yatıyor. Hayatımızı okul ve tatil dönemleri olarak ikiye bölmesinden kaynaklanıyor. Shaw’a izafe edilen dinamizmi ve iradeyi sergileyemezsek, okulun gereksiz yere yorduğu ve belki kötüye kullandığı zihinlerimizi ve ruhlarımızı dinlendirmemiz şart haline gelecek. “Tatil” Kubbealtı Lugatı’nda “hareketsizlik, boş durma, tembellik” olarak tanımlanan “atalet”le akraba. Modern çalışmanın yıpratıcı, bıktırıcı, tahammül edilen bir şey oluşunun sonucu. Öyleyse evvela “okul tatili”ni atalet zamanı olarak değil, hız kesmeden gerçek eğitime devam edilecek bir zaman olarak kodlayabilmemiz gerekiyor. Böylece yepyeni ve bambaşka bir dünya hülyasına dalmak yerine, mevcut dünyamızdaki ilgimize uygun çalışma, bir başka deyişle çıraklık, bir başka deyişle staj alanlarını değerlendirebilir hale gelebiliriz. Serdar Kılıç İstanbul Sosyoloji’deki konferansında “mevcut şehir hayatımızda, doğa ile temas etmek için, insanın doğa karşısında sağlıklı bir şekilde konumlanışına bizi geri götürecek ne yapabiliriz?” sorusuna basit ve mütevazı bir öneriyle karşılık vermiş, “balık tutma”yı olası bir çözüm olarak sunmuştu.

“Okul yılları”nda değil sonraki yıllarda da, bebeklikten başlayıp hiçbir kesintiye uğramadan ölüme kadar süren, beşik ile mezar arasında, kişinin kendi ölümünü ifade eden küçük kıyamete kadar devam eden bir stajdan, bir çalışma hayatından, meşguliyetten söz edebiliriz.
“Okul yılları”nda değil sonraki yıllarda da, bebeklikten başlayıp hiçbir kesintiye uğramadan ölüme kadar süren, beşik ile mezar arasında, kişinin kendi ölümünü ifade eden küçük kıyamete kadar devam eden bir stajdan, bir çalışma hayatından, meşguliyetten söz edebiliriz.

Öyleyse okul sezonunda da yazın da, sadece “okul yılları”nda değil sonraki yıllarda da, bebeklikten başlayıp hiçbir kesintiye uğramadan ölüme kadar süren, beşik ile mezar arasında, kişinin kendi ölümünü ifade eden küçük kıyamete kadar devam eden bir stajdan, bir çalışma hayatından, meşguliyetten söz edebiliriz. Tabii ki kişinin, işinin yabancısı olmadığı, işiyle gurur duyduğu, kimliklendiği, çalışma hayatını ve ürünlerini övünçlü bir hikâye olarak başka insanlara anlatabildiği şartlar altında ya da bu şartları yeniden tesis etmeye dönük bir girişimin bir parçası olarak. Bu durumda bilhassa yazları, hem çocuklarımız hem de kendimiz için ilgi duyduğumuz çalışmalara ağırlık verebileceğimiz dönemler olarak görüp, bu en uzun “okul tatili”ni gerçek eğitimimize ve çalışıp beceri kazanma süreçlerimize devam etmek için değerlendirebiliriz. Bu anlamda eğitime ara verilen bütün boşlukları, ilgilerimiz doğrultusunda çalışarak potansiyellerimizi/yeteneklerimizi keşfedeceğimiz ve becerilerimizi geliştireceğimiz fırsatlar olarak görebiliriz. Böylece Bitmeyecek Öykü’deki gibi “gerçekten istediğimiz şey”i; en çok ilgimizi çeken meşgaleyi ya da meşgaleleri bulma yolunda, formel ve enformel, büyük ve küçük her fırsatı değerlendirip adım adım ilerleyebilir; ilgilerimizi pusula alıp uğrunda emek vermekten çekinmeyerek ve karşımıza çıkan herkesi potansiyel bir usta bilerek, eğitimimize verdiğimiz aralar her bittiğinde dinamik bir şekilde kaldığımız yerden devam edebiliriz. Okulun okul-dışı zamanları atalete boğmasına izin vermeden, bu uğurda kullanabileceğimiz en geniş aralıklar yazlar, en büyük imkânlar da “yaz stajları” gibi görünüyor.