Bugünün tartışmasına dünden bakmak...

Hindistan'daki ilk istilacı İngilizleri  tasvir eden bir çizim.
Hindistan'daki ilk istilacı İngilizleri tasvir eden bir çizim.

Hindistan’daki İngiliz sömürge projesinin bir noktadan sonra Hindistan’ın geçmişini kazımaya dönüştüğü, pek bilinmediği için, nadiren kabul edilen bir gerçektir. Şüphesiz bu kazının yapılmasının sebeplerinden biri Hindistan’a gelen en son yabancılar olarak İngilizlerin kendi gelişlerini meşrulaştırmak istemeleriydi. Diğer sebebi ise İngilizlerin kendilerini Romalıların mirasçıları olarak görmeleriyle alakalıydı.

"İngilizler Hinduları Müslümanların Zorba ve Dinî İstilacılar Olduğuna Nasıl İkna Etti?"

(Scroll.in, 16 Eylül 2017)

Manan Ahmed Asif

Tercüme: Mahmut Cihat İzgi

Hindistan’daki İngiliz sömürge projesinin bir noktadan sonra Hindistan’ın geçmişini kazımaya dönüştüğü, pek bilinmediği için, nadiren kabul edilen bir gerçektir.

Bu kazıma işi çeşitli yabancı halkların, kültürlerin, dinlerin ve siyasî yapıların Alt Kıta'ya gelişini keşfetmeyi amaçlamaktaydı. Neticede Hint Yarımadası 1498 tarihinden itibaren Portekizlilerin, Hollandalıların ve Timurluların ticarî, siyasî ve askerî istila sahası haline gelmişti. Şüphesiz bu kazının yapılmasının sebeplerinden biri Hindistan’a gelen en son yabancılar olarak İngilizlerin kendi gelişlerini meşrulaştırmak istemeleriydi. Diğer sebebi ise İngilizlerin kendilerini Romalıların mirasçıları olarak görmeleriyle alakalıydı.

Gibbon'un ünlü çalışmasının üçüncü cildinin kapağı.
Gibbon'un ünlü çalışmasının üçüncü cildinin kapağı.

Edward Gibbon, "Roma İmparatorluğu'nun Gerileyişi ve Çöküşü" başlıklı çalışmasının ilk cildini, Büyük Britanya’nın Amerika’da on üç kolonisini kaybettiği 1776 senesinde yayımladı. 1778 yılında eserin altı cildinin tamamı yayımlandığında muazzam bir takdir ve hasılat elde etti. Gibbon’un çalışmasındaki ana tema Britanya Barışı – İngiliz egemen dünya düzeni – ve Roma Barışı arasındaki tarihsel bağların araştırılmasıydı.

Gibbon, İngiliz sömürge girişimini, kendi devrinde Avrupa’ya uzun bir barış ve refah dönemi getiren, geçmişin büyük bir imparatorluğunun halefi olarak meşrulaştırmaya çalışan bir teori için dayanak noktası sağladı. Daha da etkili olan husus ise onun Roma imparatorluğu tecrübesi bağlamında ırk ve siyaset arasındaki ilişkileri keşfetmesidir ki ben bunu tartışacağım. Bu ilişki İngilizlerin Hindistan’ı fethini meşru göstermek için derhal kullanıldı.

Âlim-savaşçılar zinciri

İngilizler Hindistan’daki sömürge projelerine Plâsî Savaşı’ndan sonra 1757’de resmen başladılar. 1783’te William Jones, Kalküta’daki William Kale’sine ceza hâkimi olarak geldi. Gelecek on yıl boyunca Jones, dil bilimiyle beşeri göç kalıplarını birleştiren ve Hint-Avrupa bölgesi boyunca ırkları harmanlayan yeni bir filoloji bilimi kurdu. O, kadim dilleri ve tarih öncesi göçleri, Alt Kıta'da İngilizlerin varlığıyla sonuçlanacak bir sürecin yani yabancıların Hindistan’a göçlerinin uzun tarihiyle ilişkilendirdi. Yunan, Latin ve Sanskrit dillerini “artık mevcut olmayan” “ortak bir kaynakla” birbirlerine bağlayan bir hikâye ortaya attı. Bu “ortak kaynak” “çok uzak devirlerdeki diğer krallıkların fatihleriydi.”

  • 19. yüzyılın başlarında, yeni bir İngiliz memur nesli Hindistan’ın geçmişini araştıran ilim adamları haline geldiler.

Onlar Hindistan’ı Yunanlara ve bu yolla Romalılara bağlayan coğrafyaların, halkların ve nesnelerin kayıtlarını toplayarak kendilerini dönemlerinin Büyük İskender’i olarak hayal ettiler. Alexander Burnes, James Tod, Richard F. Burton ve Edward B. Eastwick bunların en önde gelenleriydi.

Onlar, Büyük İskender’in Alt Kıta'nın kuzeybatı bölgelerini fethetmesiyle Hindistan’ın nasıl Yunan etkisi altına girdiğini tespit etmek için Kâbil ve Bombay arasında seyahat ettiler ve el yazmaları, sikkeler ve bakır kap-kacak topladılar. Araştırmaları Yunanlıların ve Romalıların Hindistan’la ticaretine, İskender’in fethine ve geçtiği bölgelerde ordularının geride bıraktığı kalıntılara odaklandı.

Hindistan'ın Mumbai (Bombay) şehrinde İngiliz mimarisine sahip binalardan biri.
Hindistan'ın Mumbai (Bombay) şehrinde İngiliz mimarisine sahip binalardan biri.

Onlar ayrıca Orta Asya bozkırlarından Alt Kıta'ya yapılan göçleri ve tüm bu gelişmelerin dillerin, şehirlerin, dinlerin ve siyasî yapıların evrimi ile ilişkisini araştırdılar. Bengal ve Bombay’ın kraliyet Asya cemiyetlerinin dergileri Hint Alt Kıtası'nda – ortak Avrasyalı atalarına dair ipuçlarına sahip toplulukların – Aryan, Hint-Partlar, Hint-Baktriya ve “Beyaz Hunların” varlığına dair bulgularını yayımladılar.

19. yüzyılın ortalarında, yeni bir İngiliz tarihçi nesli bu işlenmemiş bilgileri tarihsel çalışmalar haline getirme projesine başladılar. H. M. Elliot ve M. Elphinstone bu neslin öncüleriydi. Onları Vincent Smith, Stanley Lane-Poole, Alexander Cunningham, R. B. Whithead ve diğerleri takip etti.

  • İngiliz sömürge projesi, Kalküta’dan Delhi’ye, Madras’tan Bombay’a ve Lahor’dan Peşaver’e, coğrafi olarak genişledikçe zaman içerisinde Hindistan’ın geçmişini araştırmakla alakalı olduğu sürece daha da derinlere indi.

Sanskrit dilinin kökenleri, Aryan ırkının şeceresi, Alt Kıta'nın “yerel halklarının” kökenleri ve yer isimlerinin etimolojisi bu dönemin sömürge metinlerinin, dergi makalelerinin, seyahatnâmelerinin, bölge raporlarının, tarih kitaplarının ve değerlendirmelerinin büyük bölümünde düzenli olarak görüldü. Bu projenin ortasında yer alan ve ilk kez 19. yüzyılın ortalarında vurgulanan husus Müslümanların Hindistan’a gelişleri meselesiydi.

Eski yanlışların düzeltilmesi

Doğu Hindistan Kumpanyası 1843’te Tâlpûr Mîrlerini, Miyânî’de mağlup etti ve hanedan tarafından yönetilen Sind’i ele geçirdi. Bu fetih, Müslümanların Hindistan’ı ele geçirmesini düzelten, 8. yüzyılın başlarına kadar uzanan yabancı İslâm hâkimiyetinin pençelerinden Hinduları kurtarmaya yönelik bir hareketmiş gibi değerlendirildi. Sind, Umman denizine açılan Indus Nehri havzasının merkezinde bir dizi liman ve büyük, kurak, çöl benzeri araziden oluşmaktadır.

Tâlpûr idaresindeki devlet, çağdaş haritalarda Gucerât, Racastan, Pencap ve Belûcistan gibi Alt Kıta'nın diğer bölgeleriyle çevrili olmasına rağmen, 19. yüzyılın başlarında Doğu Hindistan Kumpanyası için bir sınır bölgesiydi. Kumpanya tarafından o zamana kadar bilinmeyen Indus Nehri Bombay’dan Ranjit Singh’in Sih Krallığı’nın başkenti Lahor’a kadar yukarı yönde bir bağlantı sağlardı. Tar ve Belûcistan Çölleri yoluyla, Sind Hindistan’ı Kâbil’deki Dürrânî sarayına bağlardı.

Indus Nehri, Hindistan'da kutsal kabul edilen tabiat varlıklarından biridir.
Indus Nehri, Hindistan'da kutsal kabul edilen tabiat varlıklarından biridir.

Kumpanya, Sind’i uzun süre önce tesis edilmiş Bombay Eyaleti ile Afganistan arasında gerekli bir tampon bölge olarak planladı. (Orta Asya ve İran’daki Rus ve Fransız çıkarlarına karşı olduğu gibi) Daha da önemlisi kumpanyanın âlim-savaşçıları Sind’de Hint-Baktriya kalıntıları “Beyaz Hunlar” tarafından kurulan siyasî yapıyı Muhammed b. Kasım’ın 712’de ortadan kaldırdığını ve bin yıl boyunca Hinduları Müslümanların hâkimiyetine ittiğini zaten keşfetmişlerdi. Bu keşif derhal siyasî amaçlarla kullanıldı.

O dönemde Doğu Hindistan Kumpanyasının genel valisi olan Edward Law Ellenborough kumpanyanın Müslümanların zulmüne karşı koymak üzere orada bulunduğunu Hindulara göstermek için dramatik bir biçimde “Somnat tapınağının kapılarını” Kâbil’den geri getirdi. 1842 Beyannamesinde Ellenborough “Hindistan’ın tüm prenslerine, liderlerine ve halklarına” şunu ilan etti:

Tapınağın mahvolmuş kalıntılarının Hindistan’a iadesi “800 yıllık aşağılamanızın” intikamını almıştır ve “bugüne kadar aşağılanmanızın hatırası olan Somnat tapınağının kapıları artık ulusal şerefinizin en gururlu kaynağıdır”.

Ellenborough’un siyasî stratejisi, kumpanyayı Müslümanların Hindulara verdiği tarihi zararın düzelticisi olarak göstermekti. “Kapıların” Somnat tapınağıyla bir alakasının olmaması önemsenmedi.

Sind’i fethetmek için Ellenborough tarafından seçilen, Avrupa’daki imparatorluk savaşlarının emektar ordu komutanı Charles Napier, oldukça dindar bir insandı. O, Sind’e askerî harekât başlattığında Hindistan’a daha yeni gelmişti.

Napier, kumpanyanın sadece ticari işlerle uğraştığı ve ilahi bir misyondan uzak durduğu konusunda ikna edilmişti. Sind’in zorba Müslüman yöneticilerden sözde kurtuluşunu kendisinin bir Hristiyanlık görevi olarak değerlendirdi. O, Tâlpûrluları “arkadaşlarından ayrılmış genç kızlarla dolu haremlere” sahip olan ve haremdeki kadınlara “isyan edilecek bir barbarlıkla” davranan “en büyük vahşiler” ve “embesiller” olarak adlandırdı. Tâlpûrluların bazen “insan kurban etme” olayından bile eğlenmeye meyilli olduklarını söyledi.

Napier’in 17 Şubat 1843 tarihinde Sind’i ilhakı İngilizler tarafından kahramanca bir hareket olarak karşılandı. Bazıları bu hadiseyi Hindistan’da İngiliz hâkimiyetinin başlangıcı olan Plâsî Harbi’ne benzetti. Bir başkası ise “Clive’in Plâsî’deki görkemli zaferinden beri Hindistan’da ne yerli ne de Avrupalı hiç bir gücün bununla mukayese edilebilecek bir başarı elde edemediğini” yazdı. Uzun zamandır yerlerinden edilmiş ve tahakküm altına alınmış Hint-Avrupa kökenli ırkların dönüşü olarak resmedilen Hindistan’daki İngiliz idaresinin ortaya çıkışıyla ve yabancı bir dinî gücün hâkimiyeti olarak sunulan Müslümanların Alt Kıta'daki yönetiminin kökenleriyle alakalı hikâyeler onun zaferinde bir araya geldi.

Aligarh İslâm Üniversitesi'nin ana giriş kapısı.
Aligarh İslâm Üniversitesi'nin ana giriş kapısı.

Müslümanların Hindistan’daki kökenlerine dair İngilizlerin yaptığı araştırmalar daha sonra Kalküta Üniversitesi, Aligarh İslâm Üniversitesi, Maharaja Sayajirao Baroda Üniversitesi ve Osmania Üniversitesi’nde eğitim gören yerel tarihçilerin tarih bilincini şekillendirdi.

Şiblî Numânî (1857-1914), Jadunath Sarkar (1870- 1958), Seyyid Süleyman Nedvî (1884-1953), R. C. Majumdar (1888-1980), Muhammed Habib (1895-1971) ve B. D. Mirchandani (1906-1980) sömürgeci tarih yazımına milliyetçi bir cevap bulmak için çabalayarak Müslümanların Alt Kıta'ya gelişi meselesiyle uğraşan önde gelen tarihçilerden bazılarıydı.

Bunların bir çoğu, Calcutta Review, Muslim Review, Islamic Culture ve Indian Historical Review gibi dergilerde kaleme aldıkları yazılarla Hindistan’daki İslâm hâkimiyetine dair sömürge anlatılarıyla çatışan sömürge karşıtı bir tarih anlayışının ortaya çıkması için çaba sarf ettiler. Onlar, sömürgeci tarihçiler tarafından Alt Kıta'daki Müslüman yöneticilerin fetih ve saltanatları sırasında sayısız Hindu tapınağını yıkmış yabancı kökenli despotlar olarak gösterildiğini göz önüne alarak İslâm tarihini milliyetçi bir anlatıya dönüştürmek için mücadele ettiler.

Hindistan’daki Müslümanların dışardan gelen dinî istilacılar olduklarına dair iddiaların merkezinde özellikle bir metin vardı: Çeçnâme. Bu, parça parça sömürgeci tarih yazımına 19. yüzyılın başında dahil oldu. Elliot’tan Elphinstone’a ve Smith’e kadar Hindistan’daki İslâm tarihi hakkında yazan İngiliz tarihçiler Çeçnâme’yi bir fetihnâme olarak ele aldılar. Aslında 1220 yılında Farsça yazılmış bu eser kendini Muhammed b. Kasım’ın Sind seferini anlatan 8. yüzyıla ait Arapça bir tarihin tercümesi olarak duyurdu. Bu eser, Kasım’ın Sind’de kaldığı takriben altmış yıldan fazla süren bir dönem boyunca olanları anlattığı gibi fethinden önceki olayları da anlatır.

Sarkar ve Majumdar gibi milliyetçi Hint tarihçilerin yazılarında, Çeçnâme ve yabancı Müslüman figürü çok yer tutar. Sarkar’ın Bâbür Hindistan’ı üzerine çalışmaları gibi Hindistan tarihi üzerine dersleri de İngiliz tarihçilerden izler taşır ve Hindistan’ın “yabancı göçmen” Müslümanlar tarafından fethinin, İslâm’ın “güçlü tek tanrılı yapısı” nedeniyle daha önceki tüm istilalardan temelde farklı olduğunu tartışır ki bu yapı İslâm öncesi Hindistan’ın çok tanrılı dinî uygulamalarıyla çatışan bir şeydi.

  • Majumdar’ın “Arapların Sind’i Fethi”ne dair yaklaşımı Müslümanları İspanya’nın fethinden sonra aç gözlerini kaçınılmaz olarak Hindistan’a dikmeye eğilimli fatihler olarak sundu.

Fatihler değil, yerleşimciler

Bunların aksine bir Müslüman âlimler nesli, Muhammed b. Kasım’ın gelişinden önce Arabistan ve Hindistan arasındaki tarihsel bağlara vurgu yaptı. Numanî bu bağlantıları İslâm Peygamberi'nin ve İslâm tarihinin erken dönemlerinde yaşayan önemli simaların hayatını anlattığı eserlerinde vurguladı. O, bahsi geçen bölgeler arasındaki ilk bağlantıları vurgulayarak Hindistan’daki erken dönem İslâm hâkimiyeti hakkında 1882 ve 1898 yılları arasında çok çeşitli tarihi makaleler üretti. Nedvî ve Abdul Halim Şarar 20. yüzyılın başlarında Sind’in tarihini aynı bağlamda kaleme aldılar. Marksist bir tarihçi olan Habib, 1929 tarihli Arapların Sind’i Fethi makalesinde Müslümanların Hindistan’a fatihler olarak değil yerleşimciler olarak geldiklerini kuvvetli bir şekilde iddia etti.

Firdevsî'nin Şehnâme adlı eserinde yer alan bir minyatür.
Firdevsî'nin Şehnâme adlı eserinde yer alan bir minyatür.

Yine de Müslüman tarihçiler Çeçnâme’nin bir fetihnâme olarak sınıflandırılmasını görmezden gelemediler. 1947’den sonra bile Güney Asya ve Birleşik Krallık'ta çalışan tarihçiler, bu kadim metni sömürgeci tarihçiler gibi ele alarak Sind’de Müslümanların kökenlerinin tarihiyle alakalı daha fazla çalışma yaptılar. U. M. Daudpota, Nabi Bukhsh Han Baloch, Mübârek Ali, H. T. Lambrick ve Peter Hardy, Çeçnâme üzerine çok sayıda makale ve kitap kaleme aldılar. Bu tarihçilerin tümü Muhammed b. Kasım tarafından Sind’in askerî fethinin Müslümanların Hindistan’a gelişinin habercisi olduğu konusunda hem fikirdiler.

Bu köken hikâyeleri, Çeçnâme’nin yanlış sınıflandırılması üzerine bina edildi. Çeçnâme bu dönemde kaleme alınmış Arapça ve Farsça fetihnâme türü eserlerden farklı şeyler yazar. Mezkûr eser Muhammed b. Kasım’ın Sind’i istilasına ve işgaline fazla yer ayırmaz. Bu eser 8. yüzyılı anlatan bir tarih eserinden ziyade, 13. yüzyıl için bir siyaset teorisidir. Daha önce yazılan bir Arapça metnin tercümesi olduğu iddiası aslında Müslümanların Sind’deki yaklaşık 500 yıllık varlıklarının birlikte yaşama ve yerleşme dönemi olarak hatıralarını canlandırmak içindir.

Bu eser Deybül, Diu, Thane gibi Sind ve Gucerât ile Aden, Muscat, Bahreyn, Damman ve Siraf gibi Arap limanlarının arasındaki hem kara hem de deniz bağlantılarının tarihini sunar. Çeçnâme, bir tarafta Umman ve Yemen diğer tarafta Sri Lanka ve Zanzibar arasında binlerce yıldır var olan bağlantıları keşfeden Fars, Pehlevî ve Prakrit dillerindeki metinlerden faydalanır. Çeçnâme’de bu ilişkiler ticareti, evlilikleri, yerleşimi, dilleri ve gelenekleri kapsar ve bunlar, Müslümanları ve Hinduları yalnızca rakip olarak görüp aralarında bir ihtilaf yaratılmasını ve bunun sürdürülmesini imkansız kılar.

  • Çeçnâme 1820’li yıllardan itibaren İngiliz sömürge tarihçileri tarafından kasıtlı olarak kötüye kullanıldı ve yanlış okundu. Onlar, çalışmalarında “diğer” (other) kavramını “yabancı” (outsider) ile değiştirdiler ve ait olma tarihi bir dışlanma tarihi haline geldi.

Birbirine bağlı dünyalar

John Jehangir Bede’nin Sind’de Araplar: 712-1026 başlıklı doktora tezi, bahsi geçen akademik bağlamda kaleme alındı. 1973 yılında Utah Üniversitesi’ne sunulan tez, Sind Mirasını Korumak İçin Karaçi Bağış Vakfı tarafından 2017 yılı başında yayımlanmasına kadar basılmamıştı.

Bede’nin bu çalışmayı neden yayımlamadığını bilmiyoruz. Kitabın tozlu sayfalarındaki notlar, ailesini ve kariyerini takip etmeyi amaçlayan tüm teşebbüslerin başarısızlığını açıklar. Bildiğimiz tek şey önemli bir Haçlı tarihçisi olan Dr. Aziz S. Atiya ile çalıştığı ve Derryl MacLean, Mübârek Ali, Muhammed Yar Han ve Yohannan Friedman gibi 1980’li ve 1990’lı yılların tarihçileri tarafından çalışmasına atıf yapıldığı ve çalışmasının detaylandırıldığıdır. Peki biz [bu makalenin yazıldığı] 2017 yılında bu tezi nasıl okumalıyız? Muhtemel yollardan bir tanesi Hindistan’da Müslümanların kökeninin tarihinin ne olduğunu ve ayrıca yukarıda verilen tarih yazımının 1973 yılında nasıl görüldüğünü anlamaktır.

Hindistan'la Pakistan'ın 1947'de birbirinden ayrılması, tarihteki en büyük göçlerden birinin yaşanmasına neden oldu.
Hindistan'la Pakistan'ın 1947'de birbirinden ayrılması, tarihteki en büyük göçlerden birinin yaşanmasına neden oldu.

Bede, doktora tezine çağdaş dönemde Sind tarihine yönelik ilgilinin az olduğu gerçeğini ifade ederek başlar. Bunun, mezkûr tarih için kaynak metinlerinin görece az olmasından ve tarihçilerin genellikle, belirli yazarların dinî bakış açısının etkisiyle yerleşmiş ön yargılara bağlı kalmalarından kaynaklandığını ileri sürer.

Bede, Müslümanları yabancı istilacılar olarak değerlendirmek yerine, en eskisi 9. yüzyılın ortalarına tarihlenen çeşitli kaynakları analiz ederek Sind’i fetihleri için ekonomik bir temel araştırır. Çalışmasının Sind’de Ticaret ve Kültür başlıklı son bölümünde, Bede bir zamanlar merkezinde Sind’in yer aldığı birbirine bağlı bir Hint Okyanus dünyasının var olduğunu tartışmak için 9. ve 10. yüzyıldan seyahatnâmeler, tüccar kayıtları ve şiirlerden faydalanır.

Bede, İngilizlerin Hindistan’a gelişinin Müslümanların Alt Kıta'ya gelişinden tamamen farklı olduğunu yansıtan sömürge tarih anlatılarını da yıkar. O bunun yerine Arapların Sind’i fethinin tarihi ile İngilizlerin 1843’teki fetihlerinin tarihinin epeyce benzer olduğunu ifade eder. “Arapların Sind idaresi ve İngilizlerin bin yıl sonraki Hindistan idaresi arasında çarpıcı bir benzerlik vardır” diye yorumlar.

Yazarın çalışması bizim dünyamıza bir yapay olgu veya nesne olarak girer. Bu, tarih yazımının erken dönemlerinden hareketsiz ve donuk bir örnektir. Bu hareketsizlik, mezkûr nesneyi dünyaya getiren Sind Mirasını Korumak İçin Karaçi Bağış Vakfı’na bakmamıza neden olur. Vakıf, Sind’in “sanatsal, maddi ve manevi mirasını” korumaya adanmış kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşudur. Sind’de çeşitli arkeolojik alanları yaşatma, sürdürme ve muhafaza etme hususunda faydalı işler yaptığı görülmektedir.

Kitap, yeni çalışmaları kabul etmenin yanı sıra daha eski, ulaşılamayan akademik eserleri de neşreden yayın programının parçasıdır. Ancak ben daha eski ilmî çalışmaların yeni, güncel ve tenkitli neşirler olmaksızın yeniden yayımlamasını mahzurlu bir iş olarak değerlendiriyorum. Bu, özellikle Bede’nin çalışması için de geçerlidir çünkü daha önce yayımlanmadığı için gerekli akademik değerlendirmelerden ve tartışmalardan geçmemiştir. Dolayısıyla Sind’de Araplar başlıklı çalışma mevcut literatürde onu nereye yerleştireceğine veya içeriğini nasıl anlayacağına dair hiç bir fikri olmayan sıradan okuyucuya yeni bir metin olarak görünür.

  • Eski metinleri yayınlama uygulaması Pakistan’da yaygındır; İngiliz dönemi bölge atlasları ve diğer sömürge metinleri Alt Kıta'nın tarihine dair genel geçer giriş olarak düzenli olarak yeniden basılır.

Bunun zarar veren etkisi, sömürgeci ön yargıların ve kalıpların tartışmasız kabul edilmiş ve oldukça yaygın kalmasıdır. Bu bağlamda tarihimizi özgürleştirmek için herhangi bir teşebbüs olmadığı gibi zorba sömürgeci bilgi uygulamalarının geçmişimiz hakkındaki yazılanlara ne gibi bir zarar verdiğine dair farkındalık da yoktur.

Sind’in tarihi yeniden düşünmek

Bölünmeden on yılar sonra, Pakistan’da okurların ve yazarların tarihlerini yeniden düşünmelerinin ve yeniden tahayyül etmelerinin vaktidir. Geçmişin yeni sorular ve yeni eleştirel kalıpların ışığında tahlil edilmesi gerekir.

Biz, Müslümanların Arabistan’dan Hindistan’a gelişini dinden ilham almış istilacılar olarak anlatan sömürge anlatılarının esiri olamayız.

Sind’in tarihini yeniden düşünmek ve yeniden tasavvur etmek – bilhassa Mohenco-daro’dan başlayıp Muhammed b. Kasım’ın gelişiyle biten dönem – Pakistan’ın tarihiyle kesinlikle hayati bir biçimde ilgilidir çünkü buraya kutsal bir görev için dışarıdan gelip gelmediğimizi ya da hikâyemizin, devlet destekli tarihçilerimiz gibi İngiliz sömürge tarihçilerinin bizi inandırdığından daha karmaşık olup olmadığını tespit etmemize yardım edecektir.

1947'den önce Hindistan'daki Müslüman ve Hindu çoğunluğun yer aldığı bölgeleri gösteren bir harita.
1947'den önce Hindistan'daki Müslüman ve Hindu çoğunluğun yer aldığı bölgeleri gösteren bir harita.

Tarihimizin ana kaynaklarını genişletmemiz gerekir ve bu noktada Bede’nin çalışması faydalı bilgiler sunar. Ana kaynakların yazıldığı Sanskrit, Pehlevi, Fars, Arap, Sind ve Gucerat gibi dillere dair yapılacak çalışmaları teşvik etmeliyiz. Böylece Çeçnâme vakasında yaptığımız gibi yanlış okumaları ve yanlış değerlendirmeleri sonlandırabiliriz. Bu çalışmalar öğrencilerimize tüm karmaşıklığıyla orta çağlara geniş bir açından bakma imkanı verebilir. Ayrıca tarih yazımının ve araştırmalarının yeni yöntemlerini teşvik etmek için kurumlarımızı hazırlamamız gerekir.

  • Sömürgeci tarih yazımı ile başlayıp sömürge sonrası günümüzde devam eden bir uygulama olan tarihsel anlatılardaki çeşitliliğin ve ince ayrıntıların silinmesini durdurmalıyız. Bede’nin tezindeki son dipnot bu silinmeye karşı çalışmak için güçlü bir gerekçe sunar.

Bahsi geçen dipnot “Arapların haleflerinin” “kendileri de Müslüman olmalarına rağmen akıllı bir şekilde gayrimüslim halklarına karşı hoşgörülü bir tavır takındıklarını” öven paragrafla ilgilidir. Bede, değişen şeyin daha sonraki Türk yöneticilerin tutumları olduğunu iddia eder. Notun kendisi 1947’de “tüm Sind nüfusunun takriben dörtte birinin Müslüman olmadığını” bize hatırlatır. Bu oran o tarihten itibaren azalmaya devam etti. Sind’deki Hinduların nüfusu 1998 nüfus sayımına göre takriben %6 idi. Bu çoğulcu bir Pakistan’ı önemseyen hepimizi rahatsız etmelidir.

Nasıl ki Sind’in geçmişi, bir topluluğun, bir mezhebin veya bir inancın tarihine dönüştürülemez ise biz de ülke için olduğu kadar bölgemiz için de kapsayıcı bir bugünü amaçlamalıyız.