Sekiz Dağ

​Sekiz Dağ
​Sekiz Dağ

Bazı filmlerden çıkınca aklınızda bir tema öylesine yerleşmiştir ki o filmi açıklarken önce o kelimeyi kullanırsınız sonra devamını getirirsiniz. Sekiz Dağ filmini açıklayan en güzel kelime: “Arkadaşlık”

En güzel arkadaşlık ilişkileri; bile isteye kurduğumuz, plan yaparak sahip olduklarımız değildir ya hani gerçek hayatta, işte bu filmde de Bruno ve Pietro’nun arkadaşlıkları gerçek hayattakine benzer şekilde başlıyor. Biri şehir çocuğu, diğeri ise köy çocuğu… Ortak noktaları ise yazın bir araya geldikleri köyün aynı olması. On yıllar sürecek bir dostluğun temelleri de karşılaştıkları o ilk yaz atılıyor.

Pietro’nun ailesinin en büyük tutkularından biri yazları şehri bırakıp İtalya’nın etkileyici dağlarına kaçmak. Böyle yaparak nefes aldıklarını hissediyorlar. Diğer yandan şehirde olmak da zorundalar para kazanmak ve hayatlarını devam ettirebilmek için. Yaz tatili için köye gidiyorlar çünkü bir yandan da köyün Pietro için yazı geçirecek en uygun yer olduğunu düşünüyorlar. Pietro, önceleri bu hayattan sıkılırken Bruno ile tanışınca doğanın farklı yanlarını keşfetmeye başladığından olsa gerek köyü sevmeye başlıyor. Arkadaşlıkları ilerledikçe yaz mevsimlerini iple çekiyorlar artık bir araya gelmek için. Tabii ki arkadaşlıkları her zaman bu kadar samimi ilerlemiyor.

Otuzlu yaşlarına geldiklerinde ise köyde harabeye dönmüş bir evin inşası onları yeniden birleştiriyor.
Otuzlu yaşlarına geldiklerinde ise köyde harabeye dönmüş bir evin inşası onları yeniden birleştiriyor.

Ergenlik yaşları geldiğinde kendi hayatlarının anlamını bulmaya çalışan iki dost, bu aşamada ailelerinin onları yönlendirmeye çalıştığı hayatla ilgili farklı düşünmeye başlıyorlar. Pietro, babasıyla ayrılıklar yaşamaya başlıyor. Bruno ile de araları açılıyor. Hatta bir süre o kadar ayrı kalıyorlar ki sadece uzaktan selam verdikleri iki arkadaşa dönüşüyorlar. Bruno, hayatın anlamını bulma, kendi yolunu keşfetme sürecinin sonlarına yaklaşmış ve insanlardan uzak, bir köy evinde hayatını sürdürmenin kendisi için en iyisi olacağına karar veriyor. Otuzlu yaşlarına geldiklerinde ise köyde harabeye dönmüş bir evin inşası onları yeniden birleştiriyor. Bruno bu evi, bir zamanlar en yakın arkadaşı olan Pietro ile birlikte yapmak istemektedir. Bir yandan evi inşa ederler, bir yandan da uzun zamandır ihmal ettikleri dostluklarını yeniden pekiştirirler bu süreçte. Eskisi gibi her yaz mutlaka köye gelmeye ve gelince de bu evde kalmaya söz verirler.

Bu evi yaptıklarında yanında ateş yakıp tuttukları balıkları yerken ki konuşmaları beni uzunca düşündürdü:

- Güzel bir ateş yakmışız, balığımız da var. Her yanımız dağ manzarası ve sen buradasın. Sonsuza dek böyle kalabilirim.

- Hiçbir yere gittiğim yok!

skisi gibi her yaz mutlaka köye gelmeye ve gelince de bu evde kalmaya söz verirler.
skisi gibi her yaz mutlaka köye gelmeye ve gelince de bu evde kalmaya söz verirler.

Bruno ve Pietro’nun aralarındaki bu dostluk izleyicilerin de kalbini yumuşatan bir etki gösteriyor film ilerledikçe. Gün geliyor tartışıyorlar, gün geliyor kavga ediyorlar, gün geliyor birlikte büyük sevinçler yaşıyorlar ama hepsi belli bir oranda. Bu aralarındaki mesafenin benim çok hoşuma gittiğini söylemeliyim. İkisi de birbirlerini çok seviyorlar ama birbirlerinin sınırlarına da bir o kadar saygılılar.

Bruno evleniyor sonra, çocuğu oluyor. Pietro ise hayatın anlamını bulma yolculuğuna devam ederek Nepal’e gidiyor ve orada kendisine bir hayat kuruyor. Bu durum elbette onları ayırmıyor. Bruno eşiyle sorun yaşayıp ayrıldığı bir vakitte en yakın dostunu yanına çağırıyor ve Pietro sevdiği kadını Nepal’de bırakmak pahasına çıkıp Bruno’nun yanına gelebiliyor. Bruno, hayatını yaşama şekliyle çoğu kişiden tepki alsa da en yakın dostu Pietro onun seçimlerine saygı duyuyor, karışmıyor. Arkadaşlıklarındaki samimiyet ve mesafe oranı, diyaloglara bunun yansıma şekli benim filmin en sevdiğim taraflarından oldu.

Bir de filmin her bir sahnesinde kameranın yerleştirildiği yerler sizi bir fotoğraf karesinde gibi hissettiriyor
Bir de filmin her bir sahnesinde kameranın yerleştirildiği yerler sizi bir fotoğraf karesinde gibi hissettiriyor

Film İtalya’nın büyük dağları arasında bizdeki Karadeniz coğrafyasına benzeyen bir kasabada ve o kasabanın dağlarında çekilmiş. Yağmur yağıyor, kar yağıyor, çiçekler açıyor, sonbahar geliyor, yapraklar sararıyor derken filmin uzun bir sürece yayılmış şekilde doğal döngülere bağlı kalarak çekildiğini anlayabiliyorsunuz. Yönetmen sahnelerin arka dolgu seslerini doğadan alarak gerçek bir hikâye anlattığını pekiştirmek istemiş gibi geldi bana. Müzikse çok nadir giriyor ve seçilen parçalar girdiği sahnelere gerçekten yakışmış. Bir de filmin her bir sahnesinde kameranın yerleştirildiği yerler sizi bir fotoğraf karesinde gibi hissettiriyor. O kare, akan bir görüntü değil de sabit bir fotoğraf olsa da çok şey anlatırmış gibi. Sekiz Dağ, gerek ana teması olan arkadaşlık hikayesiyle; gerekse baba oğul ilişkisi, hayatın anlamını ve kendini bulmak gibi alt hikayeleriyle başarılı bir film olmuş. Keyifli seyirler.