Modern bilinç arada özne

​Modern bilinç arada özne.
​Modern bilinç arada özne.

Şiir ve Şair üzerine yazdığı yazılarda, şairi bir trajedi kahramanı olarak da açıklar Sezai Karakoç. Hele çağımızda onun vasfı daha bir değişmiş, sorumlulukları artmış fakat hayatı da parçalanmıştır.

Arada olmak modern zamanlara ait bir olgudur ve kentleşme kadar insanın insana karşı konumlanışıyla ilintilidir. Kentin bütün bileşenleri belli mesafeyle konumlanırlar. Ayrışmak ise bu konumlanışın sadece psikolojik değil fiziksel sonucudur. Kültür, çoklukla insanı kendi halinde bırakmak istemez. Onu kendi değerleri içinde tutmak ister. Fakat ya kültür, insanı bütün halleriyle kavrayıp ona bir hayat ve duyuş bütünlüğü sunamazsa ne olacak? Teorik bağlamda insanın temel yalnızlığı ile mekâna ve zamana dayalı toplumsal birlikteliği hep tartışmalı olsa bile modern zamanlardaki yalnızlık şiddeti öncekilerden hayli farklıdır. Yusuf Atılgan, Aylak Adam’da bütün çehresiyle gösterir bu yeni durumu. O sebepten şair de doğal olarak arada bir öznedir. Sezai Karakoç’un ‘Dört Yıkılmışlık’ dediği şey, merkezinde insan olan fakat insanla irtibatını derece derece yitirmiş olgular değil midir bir yandan? Ve bu gerçeklik görülmeden yeni ve diri bir düşünce ve sanat yolu tutulabilir mi? ‘Akrebi nereden tutacağını’ bilmek sayılmaz mı bu?

Şiir ve şair üzerine yazdığı yazılarda, şairi bir trajedi kahramanı olarak da açıklar Sezai Karakoç. Hele çağımızda onun vasfı daha bir değişmiş, sorumlulukları artmış fakat hayatı da parçalanmıştır. İlk gençliğinden itibaren kendisini bir düşünce çizgisine yerleştiren Karakoç için bireysellik bir ideal değildir. Onun konformizmi içinde gününü gün edip şairlik kisvesinin zevkini sürmek gibi bir emeli olmamıştır. Fakat, şair, yaşadığı hayattan duyguları, düşünceleri, gözlemleriyle ayrı düşemez. Düşerse çağının dışına çıkar. Ayrışmanın insanda açtığı yaraları eğer gidermek mümkünse insanın içine, bilincine, dünyasına dalmak yetmez o olarak da yaşamak gerekir. Karakoç’un özellikle ilk dönem şiirlerinde bu o olma bilincini derinden duyduğu söylenebilir. ‘Kav’ şiiri mesela tipik bir örnektir. ‘Otomobil birden çıkıyor yoldan’ diye başlayan şiir, Son Söz ile ‘tabiat içinde tabiaatla birlikte tabiaatüstü’ olmaya vurgu yapar. Tabiattan kasıt salt doğa değildir, mutlak zamandır. Mutlak zaman her daim gerçek zamana bağlıdır ve onun şiir muhatabı yaşayan insandır. Zaten şiirinin ‘insanca ve pek insanca’ değil sadece cıvıl cıvıl insanlarla dolu olması bundandır.

Ne var ki şiir kültürünü yitirmiş ve kültürel önceliklerin geriye düştüğü toplumlarda hep kahraman ihtiyacı vardır. Kırdan kente göçen çocuklar bile onların kurtarıcı kahramanları olarak görülür. Şair de kırdan kente atılmıştır tarihin mancınığı tarafından. Nereye, hayat denilen, ‘çok sağlam surlarla ‘ çevrilmiş yere. Üstelik bir ateş topu misali. Böyle olunca insanı kendi normalliğinden çıkarıp insanüstü ve hayat dışı örtülerle bürümenin geçmişi var özellikle Doğu’da ve kültürümüzde. Şairin orijinine eğilmek açısından Fuad Köprülü’nün kitap hacmindeki ‘Ozan’ makalesi dikkatle okunmaya değer. İnsanın kendisini adadığı çizgi ile her zaman muğlak karakterli toplumsal konumlayış hep uyumsuzdur. Şairden büyük yok oluş karşılığında bilinme armağanı vermek ister toplum. Fakat bunda da her zaman cimri davranır. Tersinden işleyen bir kurban ilişkisi vardır sanki şairle toplum arasında. Yeni nesil tarihçi ve sosyal bilimciler psikoloji ve psikiyatri bilgileriyle daha derin kazılara girişmek zorundalar bu yüzden. Zeynep Sayın benzeri yazarların çoğalıp olup bitene projeksiyon tutması gerekiyor. Modern şiirin modern bilincini erkenden tevarüs eden Sezai Karakoç, bir yandan alabildiğine özgün şiir buluşlarıyla modern insan hallerini yakalarken bir yandan da toplumsal çevrenin ağına düşer. ‘Üstad’ kavramının sakil ve avlayıcı ağı istemeden bile olsa onun etrafında gerçek dışı bir yapaylığa dönüşür. Karakoç üstad olduğu için değil oysa büyük şair olma vasfıyla kalıpları ve sıfatları parçalar. Onun başlı başına tematik bir kent kitabı sayılabilecek ‘Çeşmeler’ şiiri bu bakımdan aydınlatıcıdır. ‘Benim yalnızlığımdan / Damıtılmış çeşmeler’ diye başlar şiir. Şairin, artık çağ dışı kalmış fakat medeniyet kurmanın sembollerinden biri olmuş çeşme ile kendini özdeşleştirmesi tesadüf olamaz. Öznenin, çeşme yerine, yalnızlığın özü kabul ettiği varlığını yerleştirmesi ve adeta olmayan akış içinde akmasını sürdürmesi ilginç değil mi? Eğer, ‘üstad’ bilinci önde olsaydı bu dille konuşmayacak, kendisini gürül gürül akan suya benzetecek ve susuzları (kitleyi) oraya çağıracaktı değil mi? Ve şairin çeşme ile yatır arasında ilgi kuruşu da sebepsiz değil. Yatır, bedenen ölmüş, manen diri demekse eğer, çeşme, yatır ve şair arasında kurulan modern avatar çarpıcı değil mi gerçekten?

Neden böyle? Yatırla irtibatsız, çeşmeyi kuruttukları ve şairi duymadıkları için sağır kitle ‘Ölüydü insanlar / Yalnız yaşıyordu o yatır / Ve o çeşme / Ben de’ mısralarıyla işaretlenmez mi? Bu mısralardaki ‘yalnız’ kelimesi hem durum hem de sayı anlamıyla kilit rol oynarken ‘Ben de’ mısrası demir madeninin eritildiği yüksek fırından sıçrayan ateş ipi gibi zaman aralığında salınıp kalır. Çünkü ‘Ben de’ (yani özne, modern bilinç) hem yukarı hem de aşağı ile irtibatlı yaratıcı bir aradalık vasfı taşır. ‘Ben de / Sıratı andıran bir çizgide / Soluyordum, devrildim devrileceğim / Hayatı ve ölümü birlikte / Aynı geçmezlik ve değişmezlikte’ mısraları sözünü ettiğimiz bilincin yuvası olur. Hayat ve ölüm, sıratı andıran bir çizgide, mutlak bir sallantıdadır. Hiçbir şey korunmuş ve kurtulmuş, hiçbir şey yücelmiş veya alçalmış sayılmaz. Karakoç şiiri bu yuvalanmaları özgürce bulabildikçe büyür. Dar bir kitlenin psikolojilerini örtünmekten uzaklaşarak tarihin yüce katına çıkar. Çeşmenin, ‘hiyaroglif’ kelimesi ile görselin uzayına çekilmesi onu bir yapı olmaktan çıkarmak içindir. Malik Aksel’in İslam Sanatında Görsellik kavramı üzerinden yaptığı yorumları aşan bir kavrayış var burada. Çünkü Hiyeroglif, Firavun çağının bir vasfı olmaktan çıkarılıp 21.yy bilincinde kapsanır. Octavio Paz’ın ‘kaplamlı şiir’ dediği modern şiir, kompleksiz şekilde ‘Eski zaman çeşmeleri/ Ruhumun hiyeroğlifleri’ formuna kavuşur. Eğer, üstad parantezi Karakoç’u teslim alsaydı bu duyuş mümkün olur muydu?

Sürecek...