Hayati İnanç: Divan şiirinde aşk, tek bir fotoğraf değil sonsuz bir filmdir

Hayati İnanç: Divan şiirinde aşk, tek bir fotoğraf değil sonsuz bir filmdir
Hayati İnanç: Divan şiirinde aşk, tek bir fotoğraf değil sonsuz bir filmdir

Baki merhum, “Kemâli aşk ey Bakî seraser sırrı vahdeddir / Muradı cümlenin birdir bütün dünyayı söylet” diyor. Günümüz Türkçesine tercümeyle; kemal noktası baştanbaşa vahdet sırrıdır. Yani La ilahe illallah kaidesidir. Aşk aslında Allah’ı birlemektir. “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış” diyen şair Necip Fazıl farklı bir şey demiyor. İkisine de Sultan-ı Şuara derler değil mi efendim. Biri 16. biri 20. Yüzyılda Sultan-ı Şuara diye anıldılar.


Söyleşinin didaktik olmasından endişe ediyor değilim, varsın olsun. O yüzden en baştan başlayalım istiyorum: Divan şiiri diye bir şeyden söz ediyoruz. Okul bilgileri bu konuda daraltıcı. Nedir divan şiiri? Ne zaman, nasıl ortaya çıkıyor?

Endişe etmelisiniz, zira “insanlar öğretilmekten nefret eder, ama öğrenmeye bayılırlar” derler. Çok doğru bir hüküm olduğuna inanırım. Eğitimciler de katılıyorlar bu görüşüme. Şaka bir tarafa divan şiiri diye bir şeyden söz ediyoruz.

İnsanın kendini çok boyutlu yetiştirmesi ve farklı kaynaklardan beslenen, bir açılım daha getirmek lazım belki…
İnsanın kendini çok boyutlu yetiştirmesi ve farklı kaynaklardan beslenen, bir açılım daha getirmek lazım belki…

Klasik Dönemde yani coğrafyamız ve tarihi sürekliliğimiz açısından bakarak, son yüzyıl hariç bu coğrafyada bulunduğumuz sekiz asrından biraz fazla olan zamanı nazara alarak söylüyorum, klasik dönem derken onu kastediyorum; şairlerin belli bir üslup dairesinde yazıp çizmelerinin külli adıdır divan şiiri. Çünkü divan adı verilen bir kitapta toplardı şairler eserlerini. Bunun kendi içinde bir düzeni vardı. Harf sırasına göre, elif’den ya’ya kadar devam eder, ilk şiirler “a” harfiyle yani elif’le biten şiirler olur. Burada baş harfe değil mısranın sonundaki harfe bakılır. Sonra “be” ile bitenler, sonra “se”, “te” ile bitenler gibi sıra takip edilerek “ya”ya gelinir ve böylece şiirler bir düzen dahilinde, divan adı verdiğimiz bir kitap halinde toplanırdı. Oradan yola çıkarak verilmiş bir isim bu. Fakat Divan şiiri adını vermemiz de çok yenidir. Daha önce kimse böyle bir ad vermezdi. Onun adı şiir, söyleyen de şair. “Divan şiiri ayrı, halk şiiri ayrı, onun da içinde yok efendim bölümlemeler var, tekke şiiri filan” gibi ayrımlar sonradan yapıldı. Şunu da biliyoruz; biz her şeyi sınıflandırmak, vagonlara ayırmak, böylece incelemek kolaycılığını yeni edindik. Eskiden böyle düşünülmezdi. Mesela Yunus Emre de şiir söylerdi. Onun şiirlerine bakıyorsunuz, divan şiirinden hiç de uzak değil. Aşağı yukarı aynı üslupla yazılmış.

Dediğiniz gibi okul bilgileri daraltıcı bu konuda. Zaten şiir kadar tatlı bir meselenin mektepte not şartına bağlanarak, sınıf geçme veya ders geçme şartına bağlanarak öğretiliyor olması hiç kabul edilebilir bir şey değil. Bu bir lezzettir. Bunu insan ancak arzu ederse, iştahı varsa takip eder ve bunun puanlaması olmaz, olmamalı. Divan şiiri nedir diyorsunuz, işte budur.

Budur, dediniz ama kendi iç düzenleri de var…

İnsanın kendini çok boyutlu yetiştirmesi ve farklı kaynaklardan beslenen, bir açılım daha getirmek lazım belki… O divanların başka bir düzeni daha olurdu konularına göre. En başta münacaat adı verilen şiirler yer alır. Cenab-ı Hakk’a yakarış; arz, niyaz, dua makamında olan şiirler. Hemen arkasından naatlar gelirdi. Bu da Hz. Peygamber’i konu alan şiirlerdir.

Bütün mesele aruz değil ama aruz, meselenin çok büyük bir kısmı. Aruz kaidelerine riayet edilir. Şeyh Galip’ten ve Nedim’den verdiğiniz örnekler azdan az yani fevkalade magazinel değeri olan nadide olan örneklerdir.

Sonra kasideler başlar. Bunların herbiri kendi içinde demin zikrettiğimiz o harf düzenine tabi olarak dizilirler. İşte kaside ise, o dönemin devlet başkanı yahut bizzat eserin kendisine sunulacağı paşa, ilim sahibi zat, hocası her kimse ona dair yazılmış şiirlerdir. Ve nihayet gazeller gelir ve en tatlı kısmıdır şiirin. 5,7,9,11, o civarda oluşan beyitlere gazel deriz. Bir düzeni vardı onun da, ilk beyit kendi içinde kafiyeli veya redifi uyumlu, diğer beyitlerin son mısraları baş tarafla uyumlu gibi bazı kuraları var. Gazellerden sonra tarihler deriz. Şair aynı zamanda o dönemin önemli hadiselerini aritmetik bir hesap dairesinde şiirle tescil eder. Yani bu şiiri okumasını bilenler, ilgili tarih mısraların harf değerlerine bakarak, hesabını yapar. İşte kimin vefatından bahsettiyse vefat yılını, hangi binanın inşasından bahsediliyorsa onun inşa yılını görürlerdi. Böyle de bir güzellik var. Tahmisler başlardı ondan sonra. Bu da şu demek; usta kabul ettiği şairin şiiri üstüne her beyite üç mısra eklemek suretiyle verdiği eserdir. Tahmis beşleme demektir zaten, hamseden gelir. Divan bu şekilde tamamlanır. Filancanın divanı diyerek kütüphanede yerini alır. İşte oradan yola çıkarak divan edebiyatı diye bir isim verdik. Çok vahim bir yanlışlık demek istemiyorum ama böyle bir isimlendirme yok idi, yenidir.

Bütün mesele aruz mu? Eğer öyleyse Nedim ve Şeyh Galip’in heceyle yazılmış şiirleri de var. Bir devresi var ve o devrede yazılanlara mı divan şiiri diyoruz?

Bütün mesele aruz değil ama aruz, meselenin çok büyük bir kısmı. Aruz kaidelerine riayet edilir. Şeyh Galip’ten ve Nedim’den verdiğiniz örnekler azdan az yani fevkalade magazinel değeri olan nadide olan örneklerdir. Yoksa şiir, klasik dönemde, neredeyse bütün şairler tarafından aruzla yazılır.

“Bir devresi var ve o devrede yazılanlara mı divan şiiri diyoruz?” Neredeyse doğru bu. Hakikaten divan şiirinden günümüzde söz etmek imkansıza yakın halde. Bir kaç isim var ama divan şiirin günümüzde yaşıyor mu? Akademik bir mensubiyetim olmamasının verdiği rahatlıkla söyleyeyim, hayır yaşamıyor. Vefat ettiyse onu da kabul etmek lazım. Yani bunda vehm edecek veya yas tutacak bir şey yok. Bizim divan şiiri adını verdiğimiz külliyat elimizin altındadır, kütüphanelerdedir, raflardadır. Buna istediğimiz zaman müracaat edebilme imkanımız vardır. Bugün de devam ediyor olmasını bir zaruret olarak görmem doğrusu.

Sesten yardım almadan mümkün olduğunca kısaca aruzu anlamak istesek, ne dersiniz?

Bu harf kullanmadan cümle kur demek gibi bir şey. Hayli zor bir sual ama tebrik ediyorum. Nihayetinde okuyucu bunu okuyarak anlamaya çalışacak. Mısrayı oluşturan yeni deyişle dizeyi oluşturan kelimelerin heceleri bir düzene, bir sisteme tabi olarak yazılmak demektir bu. Yani sessiz bir harfle biten bir hecenin bir değeri vardır. Sesli harfle biten bir hecenin başka bir değeri vardır. Sesli ama üstüne şapka koyarak uzatılmış bir harfle biten mısranın bir değeri vardır. İşte bu hesap dairesinde aruzla şiir yazmak düpedüz matematiktir. Hem de oldukça çetindir. Hz. Mevlana’nın dünyaca ünlü eseri Mesnevi Şerif’i 6.000 küsur beyittir ve hepsi de aynı vezinle devam eder. “Fâilâtün/ fâilâtün/fâilun” vezin budur.

Gül mahcubiyetle susar, onun yerine de söyleyen bülbüldür.
Gül mahcubiyetle susar, onun yerine de söyleyen bülbüldür.

Sesten yardım almadan bu nedir diye soruyorsunuz. “Uzun-kısa-uzun-uzun/Uzun-kısa-uzun-uzun/Uzun-kısa-uzun” hecelerden oluşuyor her mısra. Bu kurala hiç sapmadan uymak suretiyle 12 bin dize yazıyorsunuz. Hakikaten hayranlık uyandıran bir intizam karşımızda. Şimdi yaygın söylenişine göre divan şiiri, en doğru söyleniş biçimine göre klasik şiirle ilgilenirken benim her zaman dikkatimi çeken, beni her zaman heyecanlandıran, tatmin duygusu bahşeden husus, sözünüz makul olacak, nakle-akle aykırı olmayacak, muhataba zarar vermeyecek, mümkünse fayda temin edecek; yani doğru olacak, güzel ve iyi olacak... Yetmez, bir düzen dâhilinde söylenecek, bir estetiğe riayet söz konusu olacak. Yani bunu her mısrada gözeterek şiir söylemek, öyle zannediyorum ki sonradan edinilebilecek bir şeye benzemiyor. Fıtri bir kabiliyetin sonradan volkan gibi patlaması sanki. “Yokken çalıştı da şair oldu falan” ben bunu pek olabilir gibi görmüyorum.

Divan şiiri, ‘âşık’ın dilinden yazılmış bir şiir… Gerçi modern şiir de böyle, ‘âşık olunan’ tarafından değil, ‘âşık olan’ tarafından yazılıyor…

Elbette âşık olunan niye şiir yazsın ki? Bunun temel kuralını Hayâlî Bey üstadımdan bir beyitle ele alalım izninizle;

  • “Güzeller naza âşıklar niyaza geldi dünyaya
  • Hayâlî sözde meşhur oldu Hatem’den kerem kaldı”

Güzeller naz edecek, âşıklar yalvaracak, niyaz edecek. Herkesin bir rolü var. Hatem-î Tai’nin cömertliği nasıl dillere destansa, üstadım Hayâlî de sözle meşhur oldum diyerek tevazü ediyor. Konumuza ilişen birinci mısradır. Tabii ki aşık niyaz edecek, yalvaracak, yakaracaktır. Yani şiir söyleyecektir. Elbette bülbüldür feryat edecek olan. Gül naz eder, o kadar. Gül bir şey söylemesine hacet yok. Gerçi “Gül susar şerm ederek bülbül-i şeydâ söyler” diyor Yahya Kemal Bey şiirinde. Gül mahcubiyetle susar, onun yerine de söyleyen bülbüldür. Yani aşkın imkânsızlığını ve bir muamma oluşunu görürüz bu muhteşem mısrada.

Divan’ın temel özelliklerinden biri de kavuşmanın olmaması. Kavuşmak yok orada. Neden?

İşte buna derim soru diye. Çok ciddi gerçek bir sual bu. Çünkü divan şiirinin-klasik şiirimizin bahse konu ettiği aşk, ‘mecazi’ değil yani ‘hakiki aşk’tır. Yani Allah’a dairdir, Allah aşkıdır. Bu o kadar böyledir ki, -en büyük şairimiz desem haksızlık olmayacak- Bakî merhum, bakın bir beyitinde nasıl izah etmiş meseleyi;

  • “Kemâli aşk ey Bakî seraser sırrı vahdeddir
  • Muradı cümlenin birdir bütün dünyayı söylet”

Günümüz Türkçesine tercüme diyorum... Biraz imalı bir biçimde Türkçeden Türkçeye tercüme dediğim şeyle; Aşkın kemal noktası baştanbaşa vahdet sırrıdır. Yani La ilahe illallah kaidesidir. Aşk aslında Allah’ı birlemektir. “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış” diyen şair Necip Fazıl farklı bir şey demiyor. İkisine de Sultan-ı Şuara derler değil mi efendim. Biri 16. biri 20. Yüzyılda Sultan-ı Şuara diye anıldılar. Yani Allah’a dair olan her şey gibi bu da sonsuz ve kavuşmanın söz konusu olmadığı... yani aşk bizde bir fotoğraf, bir resim değildir. Bir filmdir ve sonunda asla “The end” yazmayan bir filmdir. Sonsuza giden bir süreçtir. Kavuşmaktan söz edilmez, edilemez. Bunu hatta remzeden, formülize eden, bizim çalışmalarımıza da isim olan, “can veren pervanaler” ifadesi de -küçücük kelebeklerdir malum pervaneler ve mumun etrafında dönerler, tavaf ederler- aynı biçimde aynı yönde nasıl da hacılar kalp tarafına alıp Kabe’yi dönerler, pervaneler de aynı biçimde ve istikamette dönüyorlar. Eğer tahammül getiremez, aşkın ızdırabına mağlup olur da –ki ekseri öyle olur- yaklaşırsa muma yanar yok olur, kül olur. Yani aşkın geride bıraktığı tek iz aşığın külleridir. 17. yüzyılın ortalarında göçmüş olan Nâilî merhum en etkili, en çarpıcı şairlerimizden biridir. Bir beyiti bize bu durumu güzel izah ediyor. Hani bana deseler ki “divan şiirine ayırcak çok fazla vaktim yok. Bir beyit söyle” deseler bu olacaktır;

  • “Zehr-i şem-ü pâye gülbünde ayarı sûz...
  • Bülbülü pervanenin hâk isterinden bellidir”

Diyor ki üstat; mumun dibindeki pervanenin küllerinden ve gül ağacının küllerinden ancak aşkı öğrenebilirsin. Bırakacakları iz sadece odur. Yanıp yok olmak yani... İşte bu kültürümüzdeki fenâfillahı temsil eden bir yok oluş. Aşk, aşığı yok eden bir süreçtir. Aşk ifrata varınca, yeterince büyüyünce aşık kaybolur. Yalnız mahbûb mevcut olur, sevilen kalır. Şekerin çayda erimesine benzetirler aşktaki kemal noktasını, fenayı, fani olmayı, yok olmayı... Bakıyorsunuz nerede bu şeker, var mı, yok. Ama var, çaya karışmış şekilde var. Varlığından sıyrılmış halde... İşte burada bir kavuşamama, bilhassa kavuşmama var. Çünkü kavuşma yok olmaktır. “Vuslatı talep edersen pervaneden ibret al” diyerek aşığın gözü korkutulur tabir yerindeyse.

Divan denyince ilk akla gelen isim olan Fuzuli, sarayı uzaktan bile görmemiştir

Divan şiiri için en yaygın kabul, halktan kopuk olduğu iddiası. Köy odalarında Fuzuli’nin divanının okunduğunu biliyoruz ama yine de böyle bir kabul var, hatta okullarda da benzer şekilde anlatılıyor. Yüksek zümre edebiyatı deniyor. Gerçek hayata değmiyor muydu gerçekten?

Değmesi mi gerekiyor acaba. Tutalım ki hiç değmiyor gerçek hayata, bu bir kusur mudur? Tutalım ki halktan kopuk olsun ne mahsuru var? Burada kendimizi savunma pozisyonunda tutmak da pek hoşuma gitmiyor. Bir güzellikten bahsediyoruz. Bu halk dalkavukluğu da nedir? Neye faydası var? Bu yaygınlığından başka bir değeri olmayan hükümle sıkça karşılaşmaktan ben de bıktım usandım.Aşağı yukarı 600-700 tane divan şairimizle eserleri üzerinden tanışma fırsatım oldu. Tamamen rastgele söylediğim bir rakam bu. Ama sarayla irtibatı olan, yani bu kanaate haklılık verecek şair sayısı kesinlikle 10/1’den fazla değil. Bir defa Divan Şiiri deyince ilk akla gelen Fuzulî sarayı uzaktan bile görmemiş bir adamdır, köylüdür, taşralıdır, Bağdat’tadır. Yaşadığı, öldüğü yer oradadır. Daha güzel bir örnek hemen arz edeyim. 1918’de vefat eden ve gördüğüm en iyi şairlerden biri olan Yozgatlı Fenni merhum; Yozgat-Ankara arsında yaşamış küçük bir memur, sıradan bir kişilik olarak gelip gitmiş, göçmüş bir köylüdür.

Diyor ki üstat; mumun dibindeki pervanenin küllerinden ve gül ağacının küllerinden ancak aşkı öğrenebilirsin. Bırakacakları iz sadece odur. Yanıp yok olmak yani... İ
Diyor ki üstat; mumun dibindeki pervanenin küllerinden ve gül ağacının küllerinden ancak aşkı öğrenebilirsin. Bırakacakları iz sadece odur. Yanıp yok olmak yani... İ

Ama ne mahzuru var. Bu, sanki son yüzyılda halka yaranmak yahut sevimli görünmek gibi bir “politikanın” yansıması olarak duruyor. Halbuki divan şiirinin okuyucusuna ihsas ettiği, ima ettiği, işar ettiği değerler manzumesiyle kavgalı olmanın bir sonucu sanki. Çünkü o bizde doğrudan İslamiyet terbisiyle yetişmiş insanların bir terennüm biçimidir ve oldukça yaygındır. Aynen dediğiniz gibi köy odalarında okunur, okunmaktadır. İlkokul tahsili dahi olmayan Kazancı Bedih’in okuduğu gazelleri şöyle bir tahlil etsek dürüstçe, bu sualin anlamsızlığı kendiliğinden görünecek.

Klasik dönemde hemen herkes şairdi gibi. Padişahların 27 tanesi şairdi. Paşalar, askerler, şeyhülislamlar şiir yazıyordu, divanları vardı. Bu şiirin kolay yazılabilmeli ile ilgili mi?

Evet, Padişahların 27’si şair, çoğunun divanı var. Yani asgari yüzlerce şiirleri olan insanlardan bahsediyoruz. Kanuni merhum söz konusu olduğunda, artık binlerden söz etmemiz lazım. Sadece gazellerinin sayısı 3.600 civarında. Şiirin kolay yazılmasıyla pek ilgili bir durum mu bu? Bir açıdan bakarsanız öyle. İklim müsait. Çocukluğundan itibaren bir birikim sağlıyabiliyorlar, ortam müsait. Çok yaygın bir kültür zenginliğinden söz ediyoruz. 1799 yılında vefat eden Şeyh Galip merhumun en üstün divanlardan biri olduğunu bildiğimiz eserini bitirdiğinde 24 yaşında olduğunu hatırlamamız lazım bu noktada.

Bir cevap vermek için söylemiyorum bunu daha çok bir durum tespiti olarak, 18. yüzyılın sonunda en iyi şairimizlerimizden biri olan Şeyh Galip’in divanı bittiğinde kendisi 24 yaşında. Bunu 8 senede yazdığını farz edersek 15-16 yaşlarında başlamış olmalı. O yaşlardaki birikim nasıl tahsil ediliyordu diye gel de merak etme. Artık ben bu merakımı herhalde mahşerde tatmin edeceğim. Onları bulup “ne yediniz de böyle oldunuz?” diye.

Padişahlardan da iyi şairler çıktı

‘Bir bilen’ olarak bize söyleseniz, padişahların şiirleri gerçekten ‘şiir’ miydi?

“Bir bilen” iltifatınızı estağfirullah diyerek kabul ediyorum. Bir meraklı diye düzelterek kabul ediyorum daha doğrusu. Bu sorunuzun aksini düşündürtecek örnek çok aslında ama bu diğer şairlerden daha fazla bir oranı temsil etmiyor. Diğer bir çok şairin divanında da şiiriyetinden tereddüte düşeceğiniz eser yok değildir. 3. Murat’ın, Kanuni merhumun, Sultan Fatih’in, 2. Selim’in, 3. Mehmet’in vs. şiirlerine baktığımızda şiiriyet şüpheli değil. Hakikaten karşımızda şiir var ve bunu padişah olmalarının hatırına demiyoruz.

Divan şiirinin gücü ve etkisi, Şeyh Galib’i saymazsak Osmanlı’nın siyasi gücüyle paralellik göstermiş gibi… Var mı böyle bir şey gerçekten? Varsa sebebi nedir sizce?


Nâbî’nin Hayriyye adlı eserinin ilk iki sayfası.
Nâbî’nin Hayriyye adlı eserinin ilk iki sayfası.

Bu hususta çok da paralellik olmadığını söyleyen hocalarım var. Hayli de müdellel ve mukni şeyler söylüyorlar. Mesela yükselme devri, en parlak devir, Kanuni merhumda biten devri kastedince; en iyi şairlerimiz son döneminde görülüyor. Osmanlı hayli müşkül mevkideyken, zirveden aşağı doğru ağır ağır giderken muazzam şairler olduğunu görüyoruz. Mesela çok etkilendiğim Nâbi üstadım 1712’de vefat etti. Yani 1699 Karlofça sonrası, Osmanlının çok da parlak olmadığı bir dönemdir. Böyle bir paralellik fark etmiş değilim işin doğrusu. Mimarideki ihtişamı şiirde de görüyoruz müşahede ediyoruz 16. Yüzyıla bakarak cevaplayacaksak. Ama 17’de, 18’de, hele 19’da devletin işleri pek iyi değilken çok da güçlü şairler görüyoruz. Sanki bu değer hükmü pek doğru değilmiş gibi geldi bana.

Divan şiirini bugüne taşıyamıyoruz. Burada musikinin/sesin önemli bir yeri var sanırım. Mesela biz okuyunca büyük lezzet alıyoruz ama okullarda öğrencinin nefret etmesiyle sonuçlanıyor.


Sanki köklerden beslenmedikçe bugün de güzel ve yeni bir şey söyleme imkânı yok gibi.

Evvala bir aksilik yapayım. Taşımalı mıyız? Ben divan şiirini taşımak değil de o dönemi anlamakta fayda mülahaza ediyorum. Bugün bir şey yazacaksak divan tarzında yazmamız gerekmiyor. Gerçi kendim şiir yazmadığım için söz söylemeye yetkili değilim ama birileri bugün divan şiiri yazmıyor, bol bol divan şiiri görmüyoruz diye üzülenlerden de değilim. Okuyalım istifa edelim. Hazineyi açalım. “İstikbal köklerdedir” kesin inancına sahibim. Oradan beslenelim. Bugün söyleyeceğimiz şey farklı olabilir. Verebileceğim en yakışıklı, güzel örnek Nurullah Genç Hocamın “Yağmur” şiiri serbest tarzda yazılmıştır ama sanki Fuzuli’nin Su Kasidesi’ne 20. yüzyılda yazılmış bir nazire gibidir. Fevkalade güçlüdür. Ama şunu çok iyi bilmekteyiz Nurullah Hoca Fuzuli’yi çok iyi bilmektedir. Sanki köklerden beslenmedikçe bugün de güzel ve yeni bir şey söyleme imkânı yok gibi. Musikinin önemli bir yeri elbette var fakat daha mühim olarak şunu düşünüyorum ben; lisan çok zayıf. Bunu tespit etmek, görmek zorundayız. Bir milyon kelimeye mukabil, 100 bine ulaşmayan kelimeden müteşekkil bir lisan var karşımızda. Son yüzyıla baktığımızda görünen bu. Geçen gün hüzünle müşahede ettim. Ebül’ula Mardin merhum bir hukukçudur bildiğiniz gibi. Yazdığı bir hukuk metnindeki bir paragrafı dönüp tekrar tekrar okudum. O metni bugün anlayabilecek hukukçumuz ne kadar diye düşündüğümde moralim hiç düzelmedi. Ne kadar iyimser bakarsam bakayım ne yazık ki binde bir gibi bir oran var karşımızda. Lisan bu kadar zayıf olunca şiirden söz etmek çok kolay değil. Biraz da işi kolaylaştırıcı bir örnek arz edeyim. İçine sıvı koyup da içmeye yarayan alete klasik dönemde –klasik dönem dediğime bakmayın siz, son 60 yılı hariç tutunuz, ben doğmadan önce işte, öyle diyelim- 7-8 kelime var kullanabileceğimiz. Cam, peymane, piyale, sagar, sifal, kadeh, ayak, ke’es, kase... Belki daha fazla oldu ama bugün bu meramı ifade için bardaktan başka elimizde hiç bir şey yok. Olmaz tabi. Bu kadar kelime zenginliğine “yok Arapçadan geldi, yok Farsçadan geldi” diyerek böyle mesafeli durmak bizi öyle bir yoksullaştırdı ki lisanımız bin yıllık Anadolu tarihimizde zirveye 1940’lı yıllarda ulaştı. Yahya Kemal’in Türkçesini kastediyorum, Hüseyin Rahmi’nin, Refi’ Cevad Ulunay’ın Türkçesini kastediyorum, Mahmut Yesari’nin Türkçesi, Ahmet Haşim’in Türkçesi... ve tam da o dönemde ameliyat masasına yatırılıp, otopsilere tabi tutuldu, parça parça edildi. Bu güzellik bize fazla dedik herhalde. Makul ve mantıklı hi bir gerekçesi olmayan ama maalesef gerçekleşen berbat bir vaziyet oldu. Bu kadar Türkçeyle arzulanan kalitede şiirden söz etmek herhalde mümkün değil.

  • Siz okuyunca büyük lezzet alıyoruz dediniz, iltifat buyuruyorsunuz. Ben okuyunca lezzet alınmasının bir tek sebebi var; ben okumuyorum adeta sevgilime anlatıyorum. Benim için şiirimiz sevgilidir.

Her âşık gibi, her seven gibi ben de şiirimi coşkulu anlatıyorum. Farkında olarak, olmayarak gözlerim ışıldıyor. İnsan sevgilisini soğuk kanlı bir şekilde anlatamaz. Muhatabımız da bundan etkileniyordur. Bunu görüyorum zaten. Şöyle bir benzetme yaparım sıkça: Acıkmışım, sofraya oturmuşum, şu çorbayı ver de bir an önce kaşıklayayım durumunda okula giden çocuk edebiyat dersinde kendisine yapılan işkembe tarifiyle karşılaşıyor. Çorba nasıl yapılır, işkembe nasıl temizlenir... Labratuarda, mutfakta gezdirmeler falan... Sen sınıfa girdin de ey muallim kardeşim, Bakî’den dört mısra okudunda makes bulmadın mı, karşılık bulmadın mı? Var mı böyle bir şey. Eğer o zevki kendiniz hissediyorsanız, muhatap da alacaktır ki acıkmış olan birisi çorbayı gördüğünde kayıtsız kalamaz. En başta söylemiştim. “insanlar öğretilmekten nefret eder, ama öğrenmeye bayılırlar.” Severek aktarıyorsanız teknik bilgi vermenize hacet yok. Her zaman söylediğim bir sözü şurada demenin yerdir. Gemi inşa etmeyi öğretmekle uğraşmayın insanlara. Uzak denizlerin aşkını aşılayabilirseniz, onlar donanma yaparlar.

Divan şiiri geleneği bugün sürdürülebilir mi? Hali hazırda klasik şiir kalıplarıyla yazan birkaç şairimiz var. Memduh Cumhur, Şahin Uçar (Şeyda mahlasıyla), Savaş Barkçin (Zerefşan mahlasıyla)

Tabii sürdülebilir. Ben elzem bulmadığımı söyledim. Neden sürdürülmesin. İnsan aynı insan, cemiyet aynı cemiyet. Şavaş Barkçin kardeşim “gelenek, gelene ektir.” diyor. Doğru sölüyor. Geçmişi bileceksiniz, gelenekten besleneceksiniz ama mütevazi bir katkıyı siz de sunabilirsiniz. Hiç bir mahsuru yok. Zikrettiğiniz isimlerin üçünü de tanıma bahtiyarlığına erdim. Memduh Cumhur üstadım, Şahin Uçar üstadın Divan-ı Şeyda’sı vardır. Şavaş Barkçin’in de Divan-ı Zerefşan diye nefis bir eseri var. Lütfedip bizden bahseden bir kıta da yazmıştır. Başka var mı diyeceksiniz? Bu listeye 8-10 isim daha eklenebilir benim bildiğim, tanıdığım. Şimdilik isimini zikretmekten -çozuk nazara gelmesin diye korktuğum- bir delikanlı da fevkalade eserler vermeyş sürdürüyor işin doğrusu. Yahya Kemal üstadın “Sönmez seher-i haşre kadar şiir-i kadim / Bir meşaledir devredilir elden ele” demesi çok doğrudur. Yani kıyamete kadar elbette bu meşaleyi elden ele taşıyanlar eksik olmayacaktır. Aslan yatağı boş kalmaz.

Bugün genç bir okuyucu Divan şiirine değmek istese, işe nereden başlamalı?

Tevazuyu elden bırakarak cevap vereceğim izninizle. Ünlü düşünür Hayati İnanç’ın cesaret ederek yazdığı “Can Veren Pervaneler” adını taşıyan dört kitabı var.

Tevazuyu elden bırakarak cevap vereceğim izninizle. Ünlü düşünür Hayati İnanç’ın cesaret ederek yazdığı “Can Veren Pervaneler” adını taşıyan dört kitabı var. Beşincisi ve altıncısı tezgahta sırasını bekliyor. Yazmaktaki amacım şuydu; bu konuya ilgi duyan, velev 15 yaşında, velev 20 yaşında, herkese bir rehberlik etsin, bir heyecan sunsun, anlaşılabilirlik konusunda ona bir kolaylık sağlasın diyerek; akademik hiç bir iddia taşımaksızın kaleme aldık. Çok da ilgi gördü.

Şaka bir yana İskender Pala’nın kitaplarını söylemeye bile hacet yok. Herkes ondan istifade edebilir. Zaten çerez kolaylığında hemen alır ve ayakta okumaya başlarsınız. Ben öyle yaptım çünkü bir kaç on yıl. Tabi şiir tahlilleri kitaplarından söz ediyorum. Arayan bulur. Yani merak edildikten sonra zor değil. Merakı artar ve derinleşirse iş artık lügat karıştırmaya gider. Böylece “nerden başlamalı” sualinizi birazcık genişleterek nasıl devam etmeli diyerek onu da söyleyeyim. Şiire ilgi duysun duymasın, herkes muhakkak lügat ile arasını düzeltmeli. Aşağı yukarı piyasada kayda değer beş farklı lügat var. Ferit Devellioğlu’nun, Mustafa Nihat Özön’ün, İlhan Ayverdi’nin, Mehmet Kanar Hocanın... Osmanlıca-Türkçe lügat diyelim biz onlara kabaca. Manasını merak ettiği kelime için üşenmeyip lügata bakmalı insanlar. Bunu çok faydalı bulurum. Sadece şiirle meşgul olmak için değil, her sahada bu önemli. Hukukla meşgul olan, yönetim işiyle meşgul olan, mülkiyeli, harbiyeli vs. herkes için... Biz çünkü lügattan uzak yaşar olduk. Bu hiç iyi bir şeye değil.