Göğe değen zeytin agacı

Göğe değen zeytin agacı.
Göğe değen zeytin agacı.

E biz buralıyız, bu yerliyiz. Roma’yı ve Atina’yı da buralardan rasat edip seyrederiz. Ha onlar da bizi gözlerler elbet. Ve biz buradan, bu yerden yazarız şiirleri… Bizim şiirlerimiz güzel. Yalnız ve şerh’en, ruhu bulursa şiirin manası açığa vuruyor.

Melih, caminin avlusunda bir iskemlede oturuyordu. “Bağdatlııı! Gel gel! Çay ısmarlayayım!” diye bağırdı caminin önündeki meydanda yürüyen arkadaşını gördüğünde. ‘Bağdatlı’, Halid’in lakabıydı. Halid’in dedeleri Bağdat’tan bu tarafa göçmüştü evvel zaman içinde. Halid de asabiyesini inkâr etmekten sakınmış ve çıkmamıştı ahir zamanın sirk avlusuna. “Vay! Melikşah!” diye karşılık verdi Halid. Melih’in yanına gelip oturdu. Melih de Karamanlı bir ailenin oğluydu. Dedelerinin dedeleri, malûm olan sergüzeşte göre Semerkand tarafından gelmişti memlekete.

“Şairlerin cirit attığı bir meydan kurulur tahayyül şehrimde” deyip selam verdi Halid.

Melih “Aleykümselam, sen de o meydanda bir şair gibi söyledin maşallah Bağdatlı! Şiraz’a da mı uğradın?” diye sordu. “Yo. Hiç gitmedim. Ancak Maraş’ı biliyorum!” diye tebessümle cevap verdi Halid. “Tahayyül dedin be adam! Maraş’tan güzel destan mı var tabi!” diye kuvvetlendirdi Melih.

Halid“Zarifoğlu’nun bir şiirini okumuştum üniversite çağlarımda: ‘Artist milletizdir. Bizde defaten ölünür’ Çok etkilenmiştim. Dalları göğe değen zeytin ağacı sanki hikmetli söz! Bak, zahirle mündemiç olan batın halime: Burada ölüyorum, şairlerin şehrinde doğuyorum. Sonra tekrar ölüyorum, burada yeniden doğuyorum. Hepsi bu bankta, şu kentte oluyor” diye içlendi.

Melih coşkuyla bağırdı: “Allahuekber!” devam etti: “Yoldan çevirdim, şu iskemlede misafirimsin, dostum Halid. Ama kusura bakmazsan kalkalım, gel şuradan yukarı çıkalım da gezelim bir Roma’yı, Atina’yı!”

Halid hiç itiraz etmedi. Bir şey de söylemedi. Kalktılar. Alaaddin Sultan Parkı’nın ortasındaki yoldan geçip merdivenleri çıktılar. Balıkçıların takıldığı Barbaros Kahvesi’ndeki dostlarına selam verip Hoca Ahmet Yesevi Lisesi’nin yanından Endülüs Pazarı’nın kurulduğu Malhun Hâtun Sokak’a, Edebalı Çeşmesi’nin önünden Fatih Mahallesi’ne, Ayasofya Bulvarı’nı seyrederek yürümeye başladılar. Etraf tenha sayılırdı. “Roma’yı Atina’yı gezelim dedin fakat yolumuz Alaaddin Sultan Parkı’ndan, Hoca Ahmet Yesevi Lisesi’nden, Mal-hun Hatun Sokak’tan, Edebalı Çeşmesi’nden, Ayasofya Bulvarı’nı izleyerek Fatih Mahallesi’nden geçti. Ne diyorsun bu işe koca Melikşah?” diye sordu Halid.

“E biz buralıyız, bu yerliyiz. Roma’yı ve Atina’yı da buralardan rasat edip seyrederiz. Ha onlar da bizi gözlerler elbet. Ve biz buradan, bu yerden yazarız şiirleri… Bizim şiirlerimiz güzel. Yalnız ve şerh’en, ruhu bulursa şiirin manası açığa vuruyor. Öyle ya… ‘uygarlık’ var ‘medeniyet’ var. Bize medeniyet yakışmaz mı? Hasılı her harfte şu semtin sokaklarında bir hâl indirebilmen lazım ki şiir, ruhu bulsun. Bu olmayınca, şehrin bedeninde tepinmek beyhude. ‘uygarlık’ şiirleri yazacağım diye ne çok yorulur insan. Demde keyif de alır, yalan değil. Ancak eve gittiğinde o, bir de bakmış ki hane’sine malik olacağı yerde, hane’si insana malik olur. Ne felaket! Ne vahim bir müstemleke hâl!”

“Ne güzel abarttın be kardeşim! Bizi Nijer’den Mısır’a kaçmış ‘ne iş olsa yaparım’ diyen mültecilerin, saklandığı gemi ambarında fare kovalayıp jazz söyleyen dillerinin maşuku ettin!”

Melih “Ben değil, sen ettin be kardeşim! Ne güzel gelmiş deden Bağdattan!“ dedi ve elini omzuna attı Halid’in, devamını da getirdi: “Ne güzel de gelmiş dedem Semerkand’dan!”

Halid de ikrar eder gibi tekrar etti: “Ne güzel gelmiş dedem Bağdat’tan! Ne güzel de gelmiş deden Semerkand’dan! Ne güzel gelmişler Belh’ten Murcia’dan…”