Gazzâlî mantığı nereye koydu?

Mantık, insanı insan eden en temel unsurdur. İnsan, sair mahlukattan mantıkla temeyyüz eder, mantıklı olmasından dolayı da mesuldür. Diğer hiçbir mahluktan beklenmeyen görev ve sorumluluklar ona yüklenmiştir. Mantık, kelime olarak konuşma anlamına gelen “nutk” kökünden; hariçte ise nutk, ‘mantık’tan türer. Konuşmak, düşünebilmenin sonucudur. Düşünme ile konuşma, birbirinin sebep sonucudur; birbirinden ayırt edilemez. Mantık, doğru düşünmenin kıstaslarını vazeder, doğru düşünce ise doğru konuşmanın şartını oluşturur.

Peki, neden insanlar önce konuşmayı, sonra mantığı öğrenir? Aynı soru dil kaideleri için de geçerlidir. İnsan bir dili gramer kaidelerinden önce öğrenir. Bu durumda nasıl oluyor da mantık nutkun şartı, doğru düşünmenin kıstası; doğru düşünme de doğru konuşmanın, daha doğrusu konuşmanın referansı oluyor? Çünkü mantık da gramer kaideleri de insanın bildiğini bilmediği şeylerdir. Dil de düşünce de insanda cibillî olarak mevcuttur. Bunlar olmadan iki becerinin de insanda tecelli etmesi imkânsızdır. O zaman diğer büyük soru akla gelir: Neden bu iki ilmi öğrenmek zorundayız? Çünkü bir şeyin pratiğini bilmek, o şeyi açıklamak ve ondan bilgi üretmek için yeterli değildir. Açıklamak ve bilgi üretebilmek için teoriye ihtiyaç vardır. Mesela her insan, potansiyel olarak iki ayağı üzerinde durma ve yürüme bilgisine sahiptir fakat bunun nasıl gerçekleştiğine dair en ufak bir fikri yoktur; nasıl yürüdüğünü anatomik olarak açıklayamaz. Dolayısıyla yürüme engeline sahip birinin neden yürüyemediğini ve yürümesi için gerekli olan şartları bilmez. Aynı şekilde belli bir pratikle kolayca yüzmeyi öğrenir fakat bunu doğa kanunları çerçevesinde açıklayamaz. Suyun kaldırma gücünü ve insanın anatomik olarak yüzeyde kalmaya uygun bir tabiata sahip olduğunu bilmez. Bu yüzden insanoğlu, Arşimet suyun kaldırma kuvvetini ispat etmeden çok daha önce yüzmeyi öğrendi ve gemiyi icat etti.

Burada son misalleri tabiat kanunlarıyla vermemizin sebebi; sözü, “mantık” gibi, Allah’ın diğer ayetlerine getirmekti. Evet, Allah’ın yaratma sıfatının tecellisi olan kâinat, onun bir diğer ayetidir. Ayet, yani işaret… Tüm varlık ona işaret eder. Allah’ın mahlukatla iletişimi, kendisine işaret eden ayetlere yerleştirdiği kaidelerle gerçekleşir. Kâinat, onun “tekvin” sıfatının yansıması, matematik de kâinatın dilidir.Mantık, düşüncenin matematiği; matematik, kâinatın mantığıdır. Bunlara ek olarak Allah’ın bir üçüncü ayeti daha vardır ki o da Kelâm sıfatının yansıması olan ilahi kitaplardır. Allah, gönderdiği kitaplarda muhatabı olan topluluğun dilini ve dilin temel kaideleri olan grameri kullanır. Böylelikle üçüncü bir denklem ortaya çıkar: Mantık, düşüncenin grameri; gramer de dilin mantığıdır. Allah’ın mâsivâyla iletişimi bu üç tezahür ve onlara yerleştirdiği iletişim prensipleriyle gerçekleşir: Kur’an, mantık, kâinat. İnsanoğlunun hakikat arayışı, diğer bir tabirle Allah ile iletişimi, bu üç alanda gerçekleştirdiği etkinliklerle meydana gelir: din, bilim ve felsefe.

Din, bilim ve felsefe kendilerine mahsus yöntemlerle aynı gayeye hizmet eder. Bu üç alanın birbiriyle çatışması sadece yanılsamadır. İnsanoğlunun en evrensel iletişim aracını da bu üç alan oluşturur. Kur’an’ın bütün toplumlara ve tüm zamanlara söylediği şey, bilimin bütün kâinatta ve mantığın tüm insanlarda geçerli olan kesin kaide ve kıstaslarla söylediğinden farksızdır. Sözgelimi, suyun yüz derecede kaynama ilkesi Allah’ın suya yerleştirdiği bir prensip olduğu gibi, aynı zamanda bir iletişim aracıdır da. Böylece her şeyin yaratıcısı şunu söylemiş olur: Eğer suyu kaynatmak istiyorsanız, yüz dereceye kadar onu ateşte tutmalısınız. Aynı şekilde, bir düşüncenin doğru olabilmesi için mantık kurallarına uygun olması şarttır. Bununla ise şöyle söylemiş olur: Eğer söylediğiniz şeyin doğru olduğunu iddia ediyorsanız, o halde mantık kurallarına uygun olmalıdır. Bu prensipler bütün zamanlar ve bütün insanlar için geçerlidir. Bu durumda, söz konusu üç ayet ve ihtiva ettikleri prensipler tüm insanlar için geçerlidir.

Gazzâlî el-kıstâsü’l-müstakîm’ isimli eserini bu hakikati ortaya koymak için kaleme almıştır. Hacmi küçük fakat önemi çok büyük bu metin, Kur’an’ın emirleri ile mantık ilkelerinin uyumlu işleyişini şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koyar. Diyalektik yöntemiyle kaleme alınmış metinde muhatap Müslümandır, yani Kur’an’a inandığını ve ona uygun yaşadığını iddia eden kimsedir. İslam’ın Delili büyük imam, muarızını reddedemeyeceği bir yöntemle ikna eder. İçinde potansiyel olarak mevcut bulunan mantık ilkelerini kullanarak ona düşüncelerinin yanlış olduğunu ispat eder. Üstelik bu metodu Kur’an’la birlikte gerçekleştirir. İki dayanak noktası olan Kur’an ve mantığın aslında aynı şeyi söylediğini fakat şahsın bu iki kaynağın da teorik bilgisinden yoksun olması sebebiyle yanlış sonuçlara ulaştığını kendisine itiraf ettirir.

Meseleyi daha iyi kavrayabilmek için söz konusu iki kaynaktan biri üzerinden şöyle örneklendirelim: Yukarıda, mantık, düşüncenin grameri; gramer, dilin mantığıdır demiştik. Dolayısıyla gramer kaideleri bir dili konuşanlar açısından o dilin en müşterek tarafıdır. Nitekim aynı dili konuşan iki insan gramer kaidelerinde uzlaşamazsa, anlaşamaz. Sadece seslendirdikleri bazı kelimelerin anlamları ortaya çıkar ki bu da bir maksadı ifade etmek için yetmez. Bu durumda, iletişimdeki tarafların ortak bir nokta üzerinde birleşmeleri şarttır.

Bunun için de özne, yüklem, nesne, tümleç şeklinde adlandırılan cümlenin ögelerini ortak bir kararla belli bir dizilim ve yöntem üzere kullanmaları kaçınılmaz olur. Şayet taraflardan biri bu kaidelere uymadığı takdirde, diğeri, onun yanlış konuştuğunu ifade ederek kendisine gramer kurallarını hatırlatır. Muhatabı mantık kuralları üzerinden ilzam etmek, aslında iletişimin tabiatında var olan ve en ortak noktası sayılan bir yerden hareketle muhatabı ikna etmek demektir. Eğer bu münazara Kur’an üzerinden gerçekleşirse bu durumda iki ortak referanstan hareketle gerçekleşmiş olur. Çünkü burada muhatap Müslümandır ve Kur’an’ı hakikatin ölçüsü olarak kabul eder. Ayrıca mantık ilkelerini de reddedemez çünkü aksi durumda her türlü iletişim imkânını yok etmiş olur. Böylelikle Kur’an ve mantık referansıyla muhatabı ilzam etmek, ikna etmenin en mükemmel yolu olmuş olur. Ancak burada şunu da hemen belirtelim: Kur’an; cedel, burhan, hitabet gibi, mantığın bütün alanlarını kullanır, özellikle müşriklerle girdiği diyaloglar mantıktaki kıyaslarla doludur. Fakat hiçbir yerde mantık kavram ve kurallarını açıkça belirtmez. Arapça gramere uygun biçimde nazil olmasına rağmen ayetlerin hiçbir yerde “şu faildir”, “şu mefuldür”, “bu hal…”, “bu temyiz…”, “burada şöyle bir ilâl kaidesi vardır” şeklinde açıklama yapmaması gibi mantık ilkelerine de atıfta bulunmaz. Bununla birlikte, nasıl ki ayetlerin Arapça dilbilgisi kurallarına uygun olduğunu söylüyorsak, aynı şekilde, düşünce örgüsünü mantık kurallarıyla kurduğunu da söylememiz mümkündür.

Sonuç olarak, insanoğlunun hakikat arayışı tarih boyunca şu üç referansla gerçekleşmiştir: inanç, düşünce ve tabiat. Asırlar boyunca bu üçünden üretilen bilgi üç bilim alanını ortaya çıkarmıştır: din, bilim ve felsefe. Gazzâlî hakikat arayışının bu üç yolunun aslında aynı şeyleri söylediğini ispat eder. el-kıstâsü’l-müstakîm’de, felsefe ve dinin iki referansı olan mantık ve Kur’an üzerinde durulur. Bu metin müellifimizin, diğer telifatında zaman zaman bu üç etkinliği birleştirerek düşünce ürettiği bilinen bir gerçektir. Hatta onu emsallerinden ayıran en önemli tarafı budur. Gazzâlî, din, bilim ve felsefeyi aslında “aynı hakikatin farklı metotlarla ifadesi” şeklinde anlamıştır. Dolayısıyla onun ilmî hayatının bu uğurda mücadeleyle geçtiğini söylesek hiç de mübalağa etmiş olmayız. Mantık ilminin Gazzâlî ile birlikte İslam dünyasında meşruiyet kazandığı bilinir ki, nitekim bu doğrudur. Bu risalede Gazzâlî, mantığı meşrulaştırmaktan öte Kur’an’ın, anlamın bir şartı olduğunu âdeta ilan etmiş olur.

Gazzâlî, kitabın sonunda kendisinin de belirttiği gibi, Müslümanlar için zorunlu saydığı akıl ve mantık bilgilerini bir söylem stratejisi olarak Kur’an terimleriyle ve Kur’an’dan örneklerle anlatmaktadır. Bu, akıl ve mantık bilgilerinin –hatta Cevâhirü’l-Kur’ân’da yaptığı gibi yer yer doğa ve fizik bilgilerinin– vahiy temeline oturtulması şeklinde okunabileceği gibi din ve akıl-felsefe arasında bir uyum arayışı olarak da okunabilir. Gerçi Gazzâlî’nin bu kitapta tüm beşerî bilgilerin kökeninin Kur’an ve selefi olan ilahi kitaplar olduğunu savunan ifadeleri vardır. Dolayısıyla din ve akıl-felsefe arasında Gazzâlî’nin öngördüğü ilişki, iki ayrı kaynaktan gelen iki ayrı bilginin uzlaştırılmasından çok bilginin –ister dünyevi ister dinî olsun– tek kaynaklı yani vahiy kökenli olduğu, ayrımın ilgi farkından kaynaklandığı yönündedir. Bu bakımdan derinlemesine ve çok yönlü bir Kur’an okuma/yorumlama faaliyetiyle ilgili ilimlere ve daha fazlasına ulaşmak mümkündür.

Bu kitap, ilk olarak Aristoteles tarafından tedvin edildiği bilinen klasik mantığın akıl yürütme formlarının, başından beri Kur’an’da ve Hz. İbrahim ve Hz. Musa’nın sahifelerinde var olduğu düşüncesinden hareket eder ve ilgili formları yer

verdiği örnek ayetlerle Kur’an’a dayandırma denemesinde bulunur. Fakat bu dayandırma işlemi ayetleri mantık kaideleriyle delillendirme şeklinde değil, zaten kuranın bu mantık kurgusu üzerinden hitap ettiği gerçeğini ifşa ederek gerçekleşir. Böylelikle kuranın muhataplarına mantık üzerinden hitap ettiğini ispat eder. Esasında Gazzâlî’nin mantığı İslami ilimlere sokması da burada yaptığından farklı değildir. Aksi taktirde Gazzali’den önce İslami ilimlere dair kaleme alınmış metinlerde mana mefhum olarak mantığın olmadığı gibi bir sonuç çıkar ki bu düşünce İslam medeniyetinin ondan önceki beş yüz yıl üretilen müellefatını itham ifadesi taşır. Bunun doğru olması bir kenara akla mantığa uygun olması bile düşünülemez. Sonuç olarak Gazzâlî’nin yaptığını mantığı İslami ilimlere sokmak değil İslami ilimlerde mündemiç olanı aşikare çıkarmaktır. Tıpkı el-kıstâsü’l-müstakîm’de, mantık ilkelerini Kur’an üzerinden ortaya koyması gibi.