Estetik şiddet

Edebiyat, çeşitli mitik kodlar, çağrışımlar ve motiflerle kişinin tahayyül sınırlarının ilerisine hitâp eder. Sinema eserini ise yönetmenin bakış açısıyla izleriz.
Edebiyat, çeşitli mitik kodlar, çağrışımlar ve motiflerle kişinin tahayyül sınırlarının ilerisine hitâp eder. Sinema eserini ise yönetmenin bakış açısıyla izleriz.

Dövüş Kulübü'nün yazarı Palahniuk, romanı her reddedildiğinde daha karanlık yazar. Farklılaşma gayesiyle iyiyi sıradanlaştırıp, kötüyü yücelterek anti kahramanlar çizmek postmodern dönemde oldukça yaygındır. Edebiyatın yapıcı, toparlayıcı etkisi yerine, yıkımın tatmin getireceği görüşü şiddeti idealize etmekten başka bir şey değildir.

18. yüzyılın son çeyreğinde salgın denebilecek bir intihar dalgası baş göstermişti. Goethe'nin intihar eden karakteri Werther'ı okuyup etkilenen, onunla empati kuran, benzer acıları çekmiş insanlar, Werther'ın akıbetini yaşamayı tercih ettiler. Hatta bazıları Werther gibi sarı yelek, mavi ceket ve çizmelerle... Hayranlık yahut saygı duyulan birinin intiharı, yatay intihar dalgaları oluşturuyordu. Peki etkileme, kitleleri yönlendirme gücünü bildiğimiz edebiyat bize şiddeti öğretir mi? Sanatın güdümlü ve kontrol altında tutulması gerektiğini savunan Platon'a göre, tragedyalar izleyicilere çeşitli menfi duygular ve davranışlar gösterip onları kötü yönde etkilemekteydi. Bu nedenle tragedyaların sansüre tabi tutulması gerektiğini, edebiyatın işlevinin ancak o zaman yararlı olacağını öne sürüyordu. Öğrencisi Aristoteles ise katharsis kavramının temsil ettiği ruhun dönüşümü felsefesini savunur. Eğer insanlar yoğun duyguları başka bir kanaldan alırsa ondan arınır, duygu dizginlenir. Edebiyat gibi umuma rahatça ulaşan, kitleler arası yayılım gösteren araçlar telkine açık grupları kolayca etkileyebilir. Bu etkilenme şiddetin teşhiri ile bireyde özenme ve uygulama olarak kendini gösterebilirken; yoğun duygular başka bir kaynakla giderilebilir, birey pasif bir tutumla duygudan temizlenir. Peki şiddetin telkin ve arındırma sınırları nerede başlar?

Eserini biyografik temeller üstüne kuran Goethe, kendi karşılıksız aşkını unutmak adına Werther üzerinden duygularını anlatmış ve anlaşılan intihar etme arzusundan kurtulmak için karakterini ölüme yollamıştır. Goethe olumsuz duygulardan sıyrılmak için yazmayı tercih ederken, bunları okuyan onlarca genç intihar etmişti. Burada şiddetin estetikleştirilmesi ve idealize edilmesinin sonuçlarının kestirilemezliğiyle de karşı karşıya kalıyoruz Hristiyan günah çıkarma ayinlerinde suç teşhir edilirken, İslamî görüşte günahın gizlenmesi, örtülmesi tavsiye edilir. Bunun sebeplerinden biri de suça özendirilmesinin önüne geçilmeye çalışılmasıdır. Bu durumda "Suçlu, suçu bilinirse bundan utanıp bırakır mı, yoksa üzerine yapışan suçlu kimliğini daha mı çok benimser?", "Kendini yenileme fırsatı sunulmaması suçluyu belli yollara iter mi?" gibi akla birçok soru gelebilir. Bunun birtakım romanlarda nasıl ele alındığına bakacak olursak; Wilde'ın romanında Dorian, hiçbir eyleminden zarar görmediği için kötücül tavrını devam ettiriyordu.

Eleştirmenler burada kötülüğün teşhirimi, telkini mi olduğunu çok tartışmışlardır. Dorian Gray'in tavrını yenileme fırsatı olmasına karşın, aynı kişiliğini devam ettirmesine karşılık, Sefiller'deki Valjean karakteri ise her defasında ona yaftalanan kimliğinin tesirini kırmaya çalışıyordu. Suçu dolayısıyla toplumdan uzaklaştırılan bireylerin geri kazanımı sosyal hizmet görevlilerinin çalışma alanlarından biri. İnsanlar, suç geçmişi olan bireyleri reddederken Jean Veljean gibi insanlar zarar görüyor fakat suçun dehşetinin ayırdına varamamış olanlar ise örtülen suçlu kimliğinin rahatlığı ile muhtemel şiddet alanları ediniyorlar. Dövüş Kulübü romanına bakacak olursak; orada karakterlerin gösterdiği şiddet eylemleri stresten arınma amacıyla başladığını söylemek mümkün. Hatta hem romanın kendi içinde hem de uyarlandığı filmin seyircileri üzerinde bir anarşi akımı başlatabildiğini görürüz. Bununla beraber Suç ve Ceza romanında ise Raskolnikov'un pişman dahi olmadığını görürüz. Romanda Rodya, tefeci kadını baltayla öldürme fikrini geçmişe dair bir travma anısından alıyor.

Goethe olumsuz duygulardan sıyrılmak için yazmayı tercih ederken, bunları okuyan onlarca genç intihar etmişti. Burada şiddetin estetikleştirilmesi ve idealize edilmesinin sonuçlarının kestirilemezliğiyle de karşı karşıya kalıyoruz.

Taşrada geçen bu anıda şiddet iç güdüsünü, köylerde yaşayan insanların ağır fiziksel zorluklarla karşılaşması ve güce dayanan aktivitelerle uğraşması sayesinde, enerji boşaltımı diyebileceğimiz bir şekilde dindirdiğini görürüz. Şehirdeki insanlar sürekli küçük stres itkilerine maruz kalır ama bu kötücül hislerden arınabileceği bir saha bulamaz. Böylece suça meyil artar. Başlı başına bir zihin boşaltma ve paklanma sağlayan okuma eylemi, Tanpınar'ın söylemiyle "kendi dünyasını başkalarında arayan" bireyi doyurur. Fakat şiddet sahnelerini tasvir ederken güzellemelere yönelmek, detaylıca, yol gösterircesine anlatmak, Natüralizm akımındaki gibi sürekli kötü olayları hayatın akışı algısıyla sunmak edebiyatın eğitici yönünü karalayıp şiddeti eylemleştirme yönünde telkini açığa çıkarır. Dövüş Kulübü'nün yazarı Palahniuk, romanı her reddedildiğinde daha karanlık yazar. Farklılaşma gayesiyle iyiyi sıradanlaştırıp, kötüyü yücelterek anti kahramanlar çizmek postmodern dönemde oldukça yaygındır.

Edebiyatın yapıcı, toparlayıcı etkisi yerine, yıkımın tatmin getireceği görüşü şiddeti idealize etmekten başka bir şey değildir. Peki okunan şiddet, izlenen şiddetten daha mı çok tesir gösterir? Sinema eserleri muhayyilenin tüm sınırlarını kullanan edebiyatı uyarlama riskine girerek aslında psikolojinin hangi işleyiş alanını hedef alıyor? Uyarlama filmlerin seyircisi kitabı bilerek gittiği gibi, kitaptan haberi olmadan ya da kitabın konusuna iki saatlik bir sürede hâkim olma hevesiyle de gidebiliyor. Yani sinema sektörü kitabı sevenlere hitâp ettiği gibi, edebiyatla pek arası olmayan kitleleri de kapsıyor. Edebiyat eserinde uzunca tasvir edilen, yahut günlük dilde eğreti duracak sanatlı ve yüksek söyleyişler, sinema dilinde aksaklıklar oluşturabilir. Bu nedenle edebiyat eserinin birebir (mot à mot) aktarılması mümkün değildir. İki sanatta da duygu geçişiyle sağlanan büyülenme vardır, fakat hangisinde, özellikle şiddet içeren sahnelerin yayılımı ve özendirilmesi daha etkili olduğu tartışılmaktadır.

Edebiyat, çeşitli mitik kodlar, çağrışımlar ve motiflerle kişinin tahayyül sınırlarının ilerisine hitâp eder. Sinema eserini ise yönetmenin bakış açısıyla izleriz. Tek kişinin algılayışıyla kısıtlanıp, sonrasında birçok motifin sinema imkânları dolayısıyla geçirilememesi uyarlanan filmlerin hayal gücüne ket vurduğu eleştirisine yol açar. Fakat edebiyatın soyut düzlemde varlığını sürdürüp, sinema eserinin tüm ögeleri somutlaması, şiddet gibi yoğun duyguların muhatabı geçişini hızlandırır. Travma geçiren yahut şiddet olaylarına spesifik bir ilgi duyan kişiler haricinde, Tarantino tarzı dövüş ve ölüm sahnelerini tahayyül etmek genel için ekstrem bir durumdur. Romanda okunan tek bir ‘öldü' kelimesi dehşet verebilirken, söylenenin aksaklık verdiği ve göstermeye dayalı anlatımı olan sinema sanatı için şiddetin sunuluş çizgisi genişleyebilmektedir. Belki kitapta karakterin ölüş şeklinden çok bunun diğer karakterlerde bıraktığı tesir üzerinde durulurken, filmde güzelleme yaparcasına uzatılan cinayet ve diğer şiddet sahneleri, bu gösterimleri tehlikeli kılmaktadır.

Belki şiddetin yayılımcı politikası, somutlaştırılarak daha tesirli kılınmasıyla da alâkalı değildir ve bilince işleyerek tekil devrimler oluşturan edebiyat da, sinemayla aynı yahut daha yüksek bir şiddet meyli kurmaya neden oluyordur. Durum daha çok şiddetin nasıl tasvir edildiğiyle ve okuyucunun/seyircinin eseri nasıl bir bakışla ve hangi ruhsal durumla yorumladığıyla ilişkilidir. Muhatabın geçmiş birikimi, benimsediği ideoloji ve bilinçaltının şiddete yatkınlığı da belirleyici unsurlardandır. Ama betimlemede sanatlı söyleyişler yakalama yahut film sahnelerini daha çarpıcı kılmak gayesiyle önceki yazılandan daha karanlığını hedeflemek, kötülük algısını yüceltmekten azına yaramayacaktır.